Güncelleme Tarihi:
Haruki Murakami’nin yazarlık macerası şu şekilde başlar: 1978’de Cingu Stadı’nda Tokyo Yakult Swallows ile Hiroşima Toyo Carp arasındaki beyzbol maçını seyretmeye gider. Murakami, o sıralar Yakult taraftarıdır. Yakult’un ABD’den gelen vurucusu Dave Hilton, Takahaşi’nin atışını sola doğru güzelce karşılar. “Sopanın topa değdiği andaki o haz veren ses statta yankılandı. Etraftan şak şak diye alkış sesleri duyuldu. O sırada hiçbir mantığı, hiçbir temeli olmadan, bir anda şunu düşünüverdim: Ben de roman yazabilirim.” Murakami, 2000 yene The Sailor marka bir dolmakalem alır ve o ünlü mutfak masasında yazmaya koyulur. Aslında bu gerçek hikâye, gelecekte Murakami kurgusunun temel unsurlarını barındırması açısından önemli; birdenbire garip bir karşılaşma, hayatının yönünü değiştiren bir karar, hayatın içinde sürüklenen bir adam, gerçeküstücülük...
Profesyonel yazarlık hayatının ‘Yaban Koyununun İzinde’yle başladığını söyleyen Murakami, üçlemenin önceki iki halkası ‘Rüzgârın Sesini Dinle’ ve ‘Pinball 1973’ün uzun yıllar başka dillere çevrilmesine izin vermemişti. Türkiye’de iki yıl önce yayımlanan ‘Rüzgârın Sesini Dinle’den sonra nihayet ‘Pinball 1973’ de Türkçede.
‘Pinball 1973’ün isimsiz anlatıcısı 24 yaşında. ‘Rüzgârın Sesini Dinle’deki olaylardan dört yıl sonrası ve anlatıcı şehre taşınıp bir arkadaşıyla birlikte çeviri ofisi kuruyor. İlk romandan farklı olarak anlatıcı ‘arkadaşlık’ arayışından vazgeçiyor. Bir sabah uyandığında yatağında beliren ikizlerle birlikte yaşamaya başlıyor. Bu arada, çocukluk arkadaşı ‘Fare’ hâlâ memleketlerinde yaşıyor, denizi seyrediyor, mezarlıkta takılıyor ve günün sonunda J.’nin barında vakit geçiriyor; anlatıcı ise boş zamanlarını golf sahası ve çevresinde golf toplarını arayarak ve Kant’ın ‘Saf Aklın Eleştirisi’ni okuyarak...
Murakami kahramanlarının günlük faaliyetlerini açıklamıyor veya gerekçelendirmiyor. Sadece yaptıkları şeyler bunlar işte. Anlatıcı da depresyonda olan ‘Fare’ de can sıkıntısı ve yalnızlık duygularıyla boğuşuyor. Murakami anlatımını kısa bölümler halinde tıpkı bir pinball makinesinin topu gibi bir anlatıcıya, bir ‘Fare’ye çarptırarak paralel ilerletiyor. Anlatıcının monoton hayatı bir pinball makinesiyle heyecan kazanıyor: “Bir gün gelir ve yüreğimizi bir şey ele geçirir. Bunu yapan herhangi bir şey olabilir; hatta küçük bir şey de olabilir. Bir gülün tomurcuğu, kaybettiğimiz şapka, çocukken sevdiğimiz bir kazak, eski bir Gene Pitney plağı...
Artık gidecek bir yeri kalmamış mütevazı şeylerin listesi. O şeyi iki üç gün yüreğimizde hissederiz, sonra eski yerine döner... Karanlığa. Yüreklerimizde hep bir kuyu vardır. Ve o kuyunun üzerinde kuşlar uçar. O güz bir pazar akşamüzeri benim yüreğimi ele geçiren şey pinball makinesi oldu.”
Bir zamanlar ‘3 fırlatıcılı’ Spaceship marka pinball makinesinin rekorunu kıran anlatıcı, tedavülden kalkan makineyi aramaya koyuluyor bir süre sonra. Murakami romanda okuyucusunu hiçliğin ortasında, pinball makineleriyle dolu distopik bir depoya da götürüyor...
Murakami romanlarında hayatın büyük sorularını yanıtlamıyor ama kahramanları onlar için her zaman kafa yoruyor. Kendilerini içine düştükleri rutinden sıyırma çabaları, birçok okuyucunun seçimlerini yeniden gözden geçirmesine neden olurken Murakami’nin alameti farikası olan ironik tarzı ‘profesyonel’ olmayan ilk iki kitabında bile hissedilebiliyor.
Yine Amerikan pop kültürü referanslarıyla dolu bu romanlar, okuyucusunu Kafkaesk dünyasının içine çekebiliyor. Yazarın ‘duygulara gömülerek yazdığım’ dediği iki roman da gelecekteki temalarının temelini oluşturan, tamamen biçimlenmiş bir yazarı ortaya koyuyor.
‘Pinball 1973’, nöbetçi Nobel Ödülü adayı Murakami’yi tanıyanlar için sevdikleri yazarın arkeolojik bir okumasını sunarken, hiç tanımayanlar için ise 20’nin üzerinde kitabın başlangıcı olacaktır.