Güncelleme Tarihi:
Umberto Eco’nun editörlüğünde hazırlanan dört ciltlik ‘Ortaçağ’ kitabı, sessizlikle sıralı bir şaşkınlığa yol açmıştı. ‘Karanlık çağ’ olarak tanımlana gelen ortaçağ imgesinin yıkımına yol açması bakımından değil, kapsamı bakımından da pek tanık olmadığımız bir tahayyülü oluşturması bakımından da şaşkınlık yaratıcıydı. (Bizde bu türden bir çalışma, İletişim’in hazırladığı ‘Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi’ ve ‘Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi’dir. ‘Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’ni de buraya eklemek gerekir.) Ama sürpriz olan ‘Antik Yunan’ kitabıydı. Bugünlerde yayınlanan ‘Antik Yakındoğu’ ise, sürprizin yanına şaşkınlığı da ekledi. Ortaçağ, Eco’nun, Ortaçağ’a özel ilgisinin bir sonucu olarak görülebilirdi.
Eco’ya göre, ‘Avrupa Uygarlığı’nın iki temelinden söz etmek mümkün. Bu temellerden birini ‘Antik Yunan mucizesi’ oluştururken, diğerini ortaçağ oluşturmaktadır. Ona göre, ortaçağ, bugün Avrupa olarak bildiğimiz yere hayat veren dönemi oluşturur. Ancak ona göre, her iki temele ilişkin imge ve kanaat, Rönesans döneminde geliştirilen kavramlar biçimlenmiştir. Eco, “Yunan kültürünü, Parmenides veya Sokrates gibi değil, Rönesans devrinin ölçüleriyle hayal ederiz” der. Nitekim ortaçağa ilişkin, bir tür göz ardı etmeyi dile getiren betimlemeler de bu devirde oluşmuştur. Nitekim yeniden doğuş, artık geçmişte bırakılanın bir tür ölüm olarak görülmesini de gerektirir.
Oysa Antik Yunan’ı, Parmenides veya Sokrates’in algıladığı gibi hayal etmemiz gerekir. Ortaçağı da, Rönesans’ın ölçüleriyle değil, ortaçağın kendi olguları üzerinden algılanması gerekir. Eco’nun editörlüğünde hazırlanan bu çalışmanın amacı, denilebilir ki Avrupa uygarlığının kendi temelleri olması anlamında Antik Yunan ile ortaçağın kendi ölçüleri temelinde yeniden inşasıdır. Ama Yunan mucizesinin, tarihsel temellerinin de gösterilmesi gerekir. Antik Yakındoğu, bir yandan bu temeli oluşturması bakımından diğer yandan ise genel olarak uygarlığın başlangıçlarının betimlenmesi bakımından göz ardı edilmemesi gerekir. Eco, “Avrupa kültürü Yahudi-Hıristiyan düşüncesinin etkisi altında kaldıysa” diyor, ‘bu etki Yunanlıların süzgecinden geçmiş’ olduğu içindir. Tam da bu nedenle, Antik Yakındoğu, gerek kültürel olarak gerekse uygarlık bilinci bakımından göz ardı ediliyordu. Kuşkusuz tarihçiler göz ardı etmemiştir Antik Yakındoğu’yu. Söz gelimi Amelie Kuhrt’un iki ciltlik ‘Eski Çağ’da Yakındoğu’ (M.Ö. 3000-330) (Çev. Dile Şendil) adlı çalışmasını burada anmak gerekir.
Bugün hala devam eden temel sorun, Pers topraklarında ortaya çıkmış uygarlıkların ayrıntılı bilgisinin eksikliğidir. Bugün yaşanılan en önemli sorunlardan biri, dünyanın bu bölgesinde, Antik Yakındoğu’nun tarih sahnesindeki yerinin henüz inşa edilmemiş olmasından kaynaklanmaktadır.
Antik Yakındoğu
Umberto Eco
Çeviren: Leyla Tonguç
Alfa Yayıncılık, 2018
500 sayfa, 75 TL.
Haftanın Önerisi:
1-’Manikürlü Eller Almanya’da Elektirik Bobini Saracak –Toplumsal Cinsiyet Perspektifinden Batı Almanya’ya Türk Göçü (1961-1984)’, Lea Nocera, Çev. Fazıla Mat, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Lea Nocera’nın bu çalışması çok hüzünlü anlatıyı da dile getiriyor. Nocera, Almanya’ya işgücü göçü hakkındaki yaygın ideolojik algıyı da tersyüz ediyor: “Alman fabrikalarında ‘elektrik bobini sarmak’ için ülkesinden ayrılan kadın işçiler, büyük şehirlerden gelen ve iyi bir eğitim düzeyine sahip kişilerdi.”
2- ‘Dikbaşlılar – Bilimi ve Dünyayı Değiştiren 52 Kadın, Rachel Swaby’, Çev. Akın Emre Pilgir, Koç Üniversitesi Yayınları
Harvard Profesörü Edward Clarke, 1873 yılında şu düşünceleri dile getirmiş: “Adetliyken insanın kendini zorlaması tehlikelidir. Bu yüzden de kadınları eğitmek tehlikelidir. Bir kadın kendi güvenliği için yüksek eğitim peşinde koşmamalıdır.” Dikbaşlılar, tıp, genetik, fizik, yerküre, matematik gibi bilim alanında başarılı olmuş 52 bilim kadınının, Clarke’ın bakış tarzıyla da mücadele eden yaşam öyküsünü içeriyor.