Güncelleme Tarihi:
Edebiyat hayatınızın 55’inci yılını kutluyorsunuz. 90 kitapla üç kuşağın yazarısınız. Kuşaklar değişirken sizin edebiyatınız nasıl bir değişim geçirdi, son yıllarda hız kazanan değişim eserlerinize nasıl yansıdı?
Elli beş yılı her zaman, kimliğimin ve kalemimin gelişim süreci olarak değerlendirdim. Bu bilinçle varlığımı dış dünyaya ve topluma bağlayan tüm antenlerim açık olarak yaşadım. Hiçbir koşulda rehavete kapılmadım. Çünkü çocuk edebiyatı sorumluluk isteyen bir dal. Ben de kalemimi çocuk edebiyatına adadığım için, sorumluluk Demokles’in kılıcı gibiydi tepemde. Bu bilinçle kendimi ve kalemimi hep yenileme gereksinimi duydum. Bilimkurgu, fantastik kurgu örneğin ‘Mo’nun Gizemi’ndeki genetik teknolojisi gibi alanlara açıldım. Bir tür kabuk değiştirme dönemleriydi bunlar. Çocuk ve gençlik edebiyatındaki çabamı yürümekten koşmaya sonra da yeni konuları işlerken yapmak durumunda kaldığım araştırmalarla adeta, maratona dönüştürdüm. Eskiler, “Zaman sana uymuyorsa, sen zamana uy “ derler. Ben de öyle yaptım. Hâlâ da eserlerimle günümüz çocuklarının bulundukları zihinsel, duygusal ve ruhsal düzeye erişme çabam sürmekte. Kendimi geliştirmemde çok okumamın, düzenli olarak yabancı ülkelerdeki kitap fuarlarına gitmemin de etkisi oldu. Fuarlarda dünya çocuklarının çağa uygun ve güncel okuma beğenileriyle ilgili bilinç ediniyordum.
Yazarlığa adım attığınız yıllar çocuk edebiyatının Türkiye’de bir alan olarak var olmadığı yıllardı. Ve bunun oluşumunda büyük emek veren yazarlarımızdan birisiniz. Bu geçen süre içinde çocuk ve gençlik edebiyatımızın geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
“Çocuk edebiyatı yoktur” diyenler epey zaman, “Çocuk edebiyatı özgün ve çok önemli bir alandır” söylemimi yok saydılar. Fırsat buldukça, “Sen bir ilkokul öğretmenisin, akademik konularda görüşlerini böylesine dayatman doğru değil. Çizmeyi aşma” vb. sözlerle beni de yok saymaya kalkıştılar. Biz bunları tartışırken, çocuk edebiyatı tüm uygar ülkelerde uzun yıllardır benimsenip saygınlık kazanmıştı. Sonunda bizde de çocuk edebiyatının varlığı kabul edilldi. Öyle ki, üniversitelerde bu alanda kürsüler açıldı. Üstelik uygar ülkelerde olduğu gibi çocuk edebiyatı kendi içinde okurların yaş düzeylerine göre bölümlere bile ayrıldı. Bana da sevinmek, gönenmek düştü.
Ne var ki, zaman geçtikçe sevincim kursağımda kaldı. Çünkü ülkemizde çocuk edebiyatı yabancı ülkelerdeki anlayışla kavranmadı. Birçok alanda yozlaşmalar belirdi. Çocuk edebiyatı alanında, yazarların kendi doğrularını okurlara dayatma aracıymış gibi bir algı ortaya çıktı. Bu algılar yayıldı ve doğal bir gelişmeymiş gibi kabul görmeye başladı. Ben de doğru yolda kalem oynatan meslektaşlarımı düşünerek ülkemizde “Çocuk edebiyatı halen gelişme aşamasındadır” diyerek, konuyu kötümserlikle kesip atmıyorum. Bu alanda beni umutlu kılan, sorumluluk bilinci gelişmiş yazarlar var. Onların eserleri, kitabevi raflarını ayrık otu gibi sarmış olan çalakalem yazılmış, okuru belli görüşlere yönlendiren kitaplar arasında ışıldayıp duruyor. Hâl böyleyken, ülkemizde “Çocuk edebiyatı, gelişimini sürdürmektedir” söylemini benimsiyorum.
Bu savrukluğun nedeni bence çocuk kitaplarının kimi yayıncılar tarafından tümüyle domates, biber, ekmek, peynir gibi kâr getiren birer mal gibi değerlendirilmesidir. Bu görüşte olan yayıncılar, yazarın getirdiği her kitabı basıyor. Bu nedenle piyasada çalakalem yazılmış çocuk kitabından geçilmiyor. Aynı piyasada çocuk kitabı yayıncılığına soyunan, ana parasını bu iş alanında büyütmeye çalışan tüccarlardan da geçilmiyor. Çünkü sürüm çok, kâr da büyükmüş...
İlk romanınız ‘Fadiş’in okurlarınızın kalbinde apayrı bir yeri var. Yazımı okurla buluşmasından çok daha eskiye dayanıyor ve kuşaklar değişse de ona olan ilgi ve sevgi değişmiyor. ‘Fadiş’i her daim güncel yapan nedir?
‘Fadiş’, ilk romanım. Benimle bütünleşmiş bir kitap. O kitapta çocukluğumdan çok etkileyici kesitler yer almakta. Bu bölümlerin kurgu olmadığını okur hemen anlıyor. Kitabın konusu, yazarın anlatım biçimi, kişiler, olaylar da aynı saflıkla ve insani söylemlerle oluşturulmuş. Yediden yetmişe herkesi öylesine içtenlikle kavrıyor ki! Kitapta herkes kendinden bir ses, bir soluk bir renk, ışık ve yürek titreşimi buluyor.
‘A Takımı/İz Sürücü Köpekler’ dizisinde dokuz yavru köpeğin özel eğitim süreçlerini ve eğitim sonrası yaşadıkları maceraları anlatıyorsunuz. ‘Yaşadıklarım ve Düşlediklerim’ adlı kitabınızdan biliyoruz ki her kitabınızın bir yazılış öyküsü var. Bu serinin yazılış öyküsü nedir?
‘Fadiş’ benim, 1961’de yani yirmili yaşlarımın ortasında yazamaya başladığım, ancak on yıl boyunca bastırıp okurlarıma ulaştıramadığım bir kitap. ‘A Takımı/İz sürücü Köpekler’ dizisini ise aynı coşkularla seksenli yaşlarımın ilk iki buçuk yılında yazdım.
Yazılış öyküsünde, bu kitapları yazmak için hiç beklemediğim bir coşkuyla tetiklenişim anlatılıyor.
Çok sevdiğim bir arkadaşımın eşi, Silivri’de K9 niteliği taşıyan özel köpekleri yetiştirme çiftliği kurmaya girişti. Arkadaşım eşinin bu çiftlikle ilgili düşlerini anlatınca meraklandım. Binaların temeli atıldıktan sonraki gelişmeleri arkadaşıma gün be gün sormaya başladım. Sonunda çiftlik ve içindeki köpek okulu tam donanımlı olarak açıldı. Birkaç ay sonra arkadaşım beni oraya çağırdı. Heyecan içinde gittim. Çünkü arkadaşım köpek eğitimine ve üretimine başlandığını söylemişti. Gerçekten de çiftliğe ulaşınca kulaklarıma inceli kalınlı köpek sesleri doldu. Yüreğim pır pır ediyordu. Onları yakından görmek istiyorum. Ama arkadaşım beni heyecanla ötelerde bir binaya doğru çekiştirdi: “Gülten Teyze, çiftliği sonra gezeriz. Şu anda çok önemli bir olaya yetişmemiz gerek” diyordu. Gittiğimiz binanın giriş kapısına ulaşınca, tabelayı gördüm. Burası köpeklerin ‘doğumevi’ idi. Beni hemen içeriye aldılar. Hızlı hızlı üstüme mikroptan arınmış bir tulumla başlık ve ameliyathane galoşu giydirdiler. O sırada yüreğimdeki pır pır, gümbür gümbür çarpıntıya dönüştü.
‘DOKUZ YAVRUNUN GELİŞİMİNİ ADIM ADIM İZLEDİM’
Genç bir Alman kurdu yere yatmış doğum yapıyordu. Bizi görünce şöyle bir baktı. Ama kızmadı. Çünkü o tüm varlığıyla içinden çıkmakta olan yavrularına odaklanmıştı. Kimi kendiliğinden doğuyordu. Kimini de anne ağzıyla çekip bedeninden çıkarıyordu. Sonra göbek kesme... Ve el kadar yavrular, ana köpeğin çevresinde devrile yuvarlana dolanmaya çabaladılar. Her birinin ne gözü görüyor de kulakları işitiyor ne de burunları koku alıyordu. Ağlamaya başladım... Dokuz yavrunun dünyaya ayak basışına tanık olmuştum. O anda bu yavruların yaşamlarını yazmaya karar verdim. Dokuzunun da gelişmelerini kâh çiftliğe giderek, kâh görüntülü telefonla ya da sahiplerinin verdiği bilgilerle adeta adım adım izledim... Eğitim alanlarında kendi boylarında minik araçlarla alıştırma yapmaları doyumsuz bir seyirlikti. Araçlardan yere düştükçe mıyıklayarak yeniden eğitime girişmeleri, onları gerçek insan yavrusu gibi algılayacak hale getirdi beni. Sevgim ve ilgim öylesine arttı ki!. Hemen onların öykülerini yazma planlarımı gerçekleştirmeye giriştim. Bir yıl sonra diplomalarını aldıklarında on kitabın planı hazırdı.
Bu arada çeşitli kaynaklara başvurarak onların gerçek yaşamdaki görevleriyle ilgili bilgiler topluyordum. Bu köpeklerle önemli görevlerde bulunup türlü serüvenler yaşayacak olan uzmanlarla buluşup görüşüyordum.
Daha önce 1960’larda her sayfası resimli ‘Ayşegül’ kitaplarını Fransızcadan dilimize uyarlamıştım. 1980’lerin sonlarına doğru, kendi kurgumla çok sevimli bir anaokulu öğrencisi olan Ece ile sonradan aileye katılan kardeşi Yüce’nin öykülerini yazdım. Her sayfası resimli, yirmi kitaptan oluşan bu diziyi okurlarıma sundum. Ondan sonra yine resimlerle bezenmiş öykülerden oluşan, on sekiz kitaplık ‘Gelincik’ dizisini kaleme aldım. Bu birikimime güvenerek yazmaya giriştiğim ‘A Takımı/İz Sürücü Köpekler’ dizisini; her sayfası resimli altmış, yetmişer sayfalık öyküler halinde kitaplaştırdım. Diziyi yazarken, 1965-1966 yıllarında ‘Ayşegül’leri Türkçemize uyarladığım dönemdeki coşkuyu yaşadığı belirtmeden geçemeyeceğim.
İz sürücü köpeklerin engelli insanlar ve özel gereksinimli çocuklar için rehberlik ve rehabilitasyon çalışmalarında, hayvan, bitki, tarihi eser kaçakçılığı operasyonlarında, arama kurtarma çalışmalarında, uyuşturucu madde operasyonlarında ve hatta hastalık saptama çalışmalarında görev aldıklarını görüyoruz. Bir taraftan hayvanların hayatımızda ne büyük değişiklikler yaratabileceklerini görürken diğer yandan türlü insan hikâyelerine, farklı yaşantılara tanık oluyoruz. Toplumun çocuklardan sakındığı, saklamaya çalıştığı gerçeklikleri anlatmanın onlara ne gibi katkıları olduğunu düşünüyorsunuz?
‘A Takımı’nın yaşadığı serüvenler, hemen her gün televizyonlarda ve basında gündeme gelen türden. Hepsi de yaşamın içinde burun buruna geldiğimiz konularla örüldü. Deprem, maden ocağı göçüğü, zararlı maddelerle çocuk ve gençlerimizi zehirlemekte olan kişilerin sattıkları mallarla birlikte ekranlarda sergilenmesi, arkeolojik kazılardan çıkarılan eserlerin yurtdışına kaçırılması, banka soygunları televizyon filmlerinin baş konusu. Mesela domuz gribi salgınında hasta yolcuların uçaklara binmesinin engellenmesinde de eğitimli köpekler kullanıldı havaalanlarında. Bu ve benzeri konuları işledim. Çocuk okurların bu öykülerle edinecekleri yaşam deneyimleri, ‘çocuğa görelik ilkeleri, yaş düzeyleri, dil dağarcıkları, algılama sınırları’ göz önünde bulundurularak işlendi kitaplarda. Kaldı ki günümüzün çocukları bilgisayar oyunlarıyla, öylesine şiddet ve vahşet deryalarına dalıyorlar ki!..
Bu kitapları daha ilk yazmaya oturduğumda değişik çevrelerden ikinci, üçüncü, dördüncü sınıf öğrencilerine okuttum. Elbette ailelerin izniyle. Çocuklar adına kaygı verici hiç bir dönüt alınmadı. Tersine; üçüncü kuşak okurlarımın, yepyeni konularla örülmüş çocuk kitaplarımı özlemiş olduklarını gerçeğiyle karşılaştım. Kitap fuarlarında, ilk okurlarım olan büyükanne ve büyük babaların, ‘A Takımı/İz Sürücü Köpekler’ dizisine gösterdikleri nostaljik ilgi nedeniyle yoğun duygularla kuşatıldığım anlar oldu.