Güncelleme Tarihi:
Can Yayınları’ndan ‘Bir Kadın’ ile eşzamanlı çıkan kitabınız ‘Olay’; 1963’te, siz daha 23 yaşında bir öğrenciyken ve henüz kürtaj yasakken geçiyor. Yaşadıklarınızı şoke eden bir samimiyetle aktarıyorsunuz. Geçen onca yıla rağmen dünyanın birçok ülkesinde bu sorun hâlâ geçerliliğini koruyor: Kanun kapsamında olmaması, sosyal sınıf farklılıkları, gelenekler gibi birçok faktör kürtajın önünde halen bir engel teşkil ediyor. ‘Olay’ı yazmaya nasıl karar verdiniz? Ve bunun için 30 yıl geçmesini niye beklediniz?
Bu durum karşısında kadın ve erkek dünyasının dikotomisinden, ayrışmasından, durumu farklı şekillerde kabullenmesinden, algılama farklılığından bahsediyorsunuz. Bu ‘kadın meselesi’nin günümüzde yapısal bir değişikliğe uğradığını ya da aynı zamanda bir ‘erkek meselesi’ haline de gelebildiğini söylemek mümkün mü?
‘Erkek meselesi’, evet, bundan bahsedersek, psikolojik olarak hâlâ bir erkek meselesi değil. Bu gerçekte kadının yaptığı bir fiil olmaya devam ediyor, günümüzde çoğu kadın ya tek başına ya da bir başka kadınla hamileliğini sonlandırmaya gidiyor. Halen tam olarak meşrulaşmış değil ve ne yazık ki erkek gerçekliğine dahil olabilmesi için zaman gerekiyor, erkekler bununla ilgilenmiyor. Hatta Amerika’da ya da Polonya’da kürtaja karşı durmaya devam ediyorlar, çünkü ne olduğunu bilmiyorlar, daha da kötüsü bilmek istemiyorlar, buna niyetleri, istekleri yok.
Audrey Diwan’ın, kitabınızla aynı ismi taşıyan 2021 yapımı filmi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bir okuyucu olarak filmde sizin sesinizin eksikliğini hissettim. Filmin gösterime girmesi okuyucular açısından bir fark yarattı mı?
Film ile yazı arasında her zaman farklılık olduğunu düşünüyorum. Görmek çok şiddetli bir edim, örneğin tuvaletteki düşüğün görüntüsü çok şiddetliydi, okumaktan daha kötü bir etki yaratıyordu.
Filmde karakterin, Anne’ın kürtaj olduğunu görüyoruz, ardından hemen fakülteye dönüyor ve orada bitiyor, bu olayın militan yönü elbette, evet, oldu ve bitti demek. Oysaki ben kitapta sadece bundan bahsetmiyorum, her şeyi anlatıyorum, o anıyı taşıyorum belleğimde, o benim belleğim hakkında bir kitap, annemle ilişkim hakkında. Kitaplar her zaman filmlerden daha fazlasını söylüyor, doğrusu ikisini yan yana görmek.
Kitabı, kadın mücadelesine bir nevi borç ödemek olarak da görebilir miyiz? Özellikle de şu paragrafı okuduktan sonra: “Sœur Sourire de ölü ya da diri, gerçek ya da değil, bütün farklılıklara rağmen kendime yakın hissettiğim, ama hiç karşılaşmadığım kadınlardan. Bu kadınlar içimde görünmez bir zincir oluşturuyor; sanatçılar, yazarlar, roman kahramanları ve çocukluğumdaki kadınların hepsi aynı gemide. Kendi tarihimin onlarda saklı olduğunu hissediyorum.”
Aktardığım hikâyenin, evet, bir kadın kardeşliğinden bahsediyorsak, samimi olduğunu düşünüyorum, çünkü kadınların yaraları var, bunun bilinen birçok örneği mevcut: ‘Madam Bovary’, ‘Anna Karenina’ ve evet, Türkiye’de tanınıyor mu bilmiyorum, Sœur Sourire, ‘Dominique’ şarkısını seslendiren bir din insanı. Gerçekten beni yazmaya iten de bu. Henüz Türkçede yayımlanmayan ‘La Femme Gelée’yi bana yazdıran da bu. Çünkü her zaman yalnız olmadığımı düşünüyorum, bunu biliyorum ama yazarken başkalarını düşünmüyorum, yaşadıklarımı anlamak ve kavramaktan başka bir şey düşünmüyorum, daha sonra da gerçekten doğru olduğumu, bir yerde derinlere inebildiğimi ve diğerlerine ulaşabildiğimi hissediyorum.
Tam olarak öyle, sizi okurken daha önce hissettiğim yalnızlık uçuyor ki bu inanılmaz bir tecrübe. Sizi en çok etkileyen kadınlar kimler?
Kadın yazarlar, elbette. Belki şaşırtıcı gelecek ama ilk okuduğum yetişkin romanı, Margaret Mitchell’ın ‘Rüzgâr Gibi Geçti’siydi, dokuz yaşındaydım. Beni ilk etkileyen kitap olarak sayabilirim. Ondan sonra Charlotte Brontë ve Emily Brontë, gençlik okumalarım arasında benim için gerçekten büyük önem taşıyan ‘Jane Eyre’. 10 yıl kadar önce tekrar okudum, olağanüstü bir tecrübeydi çünkü tüm hikâyeyi biliyordum, atlayarak okuyabilirdim, ‘Jane Eyre’in her satırını hatırlıyordum. Bir yandan ergenlikte yaşananlar inanılmaz, o dönemde etkilendikleriniz kesinlikle unutulmuyor.
Virginia Woolf ya da Marguerite Duras...
Daha sonra Virginia Woolf tabii, okuduğumda 20 yaşındaydım, ondan önce 18’imdeyken Simone de Beauvoir fakat 30 yaşımda okuduğum Duras için benim üzerimde çok etkisi olduğunu söyleyemem.
Yazınızdaki otobiyografik etkenlerin yansımasına baktığımızda kadın ve erkek yazarlar arasında nasıl farklılıklar görüyorsunuz? Kadınlar çok daha müdanasız, daha gerçek, utanma duygusundan sıyrılmış, militan, romantizmi aşmayı başarmış olabilirler mi? Oysaki erkekler sanki patriyarkanın kodlarını tekrarlamanın suçluluğunda kayboluyorlar ya da tam tersi olarak eril düşüncenin kolları arasında rahatları son derece yerindeymiş gibi görünüyor.
Şimdilik...
Evet, şimdilik, optimist olmak gerek. Ama Fransa’da dahi şimdiye kadar kadın bir başkan yönetime geçmedi, ben ilk Nobel alan kadınım, düşünün. Kaldı ki bana yapılan saldırıları da biliyorsunuzdur.** Fransızcada bir deyim vardır, “kadınlar meşru değiller”.
‘Babamın Yeri’nde ailenizden bahsederken “Kimsenin onların hakkında gözü yoktu. (Bu deyim diğer pek çokları gibi, çocukluğumdan ayrılmaz bir yere sahip, ancak uzun süre kafa yorduktan sonra onu o zamanlar içerdiği tehditten sıyırmayı başarabiliyorum.)” diyorsunuz. Hayattaki en önemli tehdit nedir sizin için: Ölüm, beklemek, yalnızlık, acı, umutsuzluk, utanç ya da başkası? Yazmaya devam edilmesini sağlayan nedir, tehditlerin bunun üzerinde nasıl bir rolü var?
Tehdit büyük bir kelime, gerçekten var olan ve insanlık halinin bir parçası. İlk olarak ölüm diyebilirim tabii ama benim için kendiminkinden çok diğerlerinin, yakınlarımın ölümü. Beklemekle ilgili bir sorunum yok, beklemek iyidir. Bunların arasında utanç öne çıkıyor, çok ama çok kuvvetli bir şey, diyebilirim ki utancı yazarak alt ettim. Utancı yenmenin yegâne yolu benim için yazı. Yazmaya devam edebilmeyi sağlayan ise yazmadan yaşayamamak. Aslında tam bu da değil, belki hayattaki gereksiz olma duygusunu aşmak için yazmak, yazmadığımda kendimi gereksiz hissediyorum. Sadece yaşamak yeterli değil, hayat dışında, hayatı sürdürmek dışında yapılması gerekenler var; yararsız ve gereksiz olmamak, yazmak benim için bu anlama geliyor.
* Chirac döneminde sağlık bakanı olarak görev yapan Simone Veil tarafından hazırlanan, 10 haftalık hamileliğin durdurulabilmesine olanak sağlayan kanun tasarısı meclisten onay alarak 1975’te yürürlüğe girmişti.
** Annie Ernaux, France Culture’de Alain Finkielkraut ve Pierre Assouline’le katıldığı programda ciddi saldırgan tutumlarla karşılaşmış ve itibarsızlaştırmaya maruz kalmıştı.