Güncelleme Tarihi:
Bir kadına ‘anne’ diyebilmek için ne gerekir? Bir çocuğu dokuz ay taşıyıp doğurması, onu o çocuğun annesi yapmaya yeterli kılar mı? Peki ya o çocuğu doğurmayan bir başka kadın, ona annesinden bile fazla annelik yapabilir mi? Üstelik nefret ettiği bir kadının çocuğuna… Ya o çocuk anne olarak kimi benimser?
Çağdaş Japon edebiyatının en önemli yazarlarından, bol ödüllü Mitsuyo Kakuta romanı ‘Ağustosböceğinin Sekizinci Günü’nde, bu soruların etrafında dolaşan ve okura bu kavramları sorgulatan son derece zarif yazılmış bir hikâyeyi anlatıyor.
İki anlatıcısı olan romanda, ilk olarak 30’larındaki Kiwako’nun sesinden, hikâyesini dinlemeye başlıyoruz. Yıl 1985’tir ve evli bir adama âşık olan Kiwako, sevgilisinin isteğiyle çocuğunu aldırmak zorunda kalmış, üstelik artık çocuk da doğuramayacak olan bir kadındır. Şehirden ayrılmadan önce çılgınca bir şeye girişip sevgilisinin evine girer. Amacı ondan nefret eden ve ilişkileri boyunca her gün onu arayıp telefonda hakaretler sıralayan sevgilisinin karısından olan küçük bebeklerini bir kez görmektir. Ancak bebekle göz göze geldiğinde onu kucaklayıp gitme dürtüsüne karşı koyamaz. Bebeğe doğmamış çocuğunun ismi olan ‘Kaoru’ adını veren Kiwako’nun yolu ‘Melekler Evi’ olarak tanınan, dini komün ile kadın sığınma evi arası bir kuruluşa düşecektir. Burada gerçek bir anne şefkatiyle baktığı ‘kızı’ ile üç yıl geçiren Kiwako, polisin komünü basma tehlikesi karşısında kızıyla birlikte kaçar. Adadaki yılları, Kiwako ve Kaoru’nun en mutlu dönemleri olacaktır. Ta ki ikisinin fotoğrafı bir festivalde çekilip gazetede yayınlanana dek…
İkinci bölümde ise gerçek adı Erina olan Kaoru’nun sesinden bu kez de onun hikâyesini dinliyoruz. Aradan 18 yıl geçmiştir. Erina ‘gerçek’ annesi ve babasına kavuşmuş olmasına rağmen kendini hiçbir zaman onlara ait hissetmediğinden, ailesinden uzakta bir tür ‘duygusal donukluk’ içinde yaşamaktadır. Çocukluğunun ilk yılları ‘o’ kadının yanında gerçek bir anne şefkatiyle çevrelenerek geçmiş, ‘gerçek’ annesi ise onu aynı şekilde sevmeyi başaramamıştır. “Neden ben?” sorusuyla başa çıkmaya çalışan Erina, çareyi Kiwako’dan nefret etmeye çalışmakta bulsa da tıpkı onun gibi evli bir adama âşık olup, bir de ondan hamile kalınca o güne dek inanmış olduğu her şeyi sorgulamaya başlar...
Tek bir ağustosböceğinin peşinde
‘Ağustosböceği’nin Sekizinci Günü’, yüzeydeki bir tür yolculuk hikâyesine paralel olarak kendi içinde de derinliklere doğru yol alan, çok katmanlı bir yapıya sahip. Adını ise Kaoru/Erina’nın yıllarca yer altında kaldıktan sonra yüzeye çıktıklarında yalnızca yedi gün yaşayan ağustosböceklerinin hikâyesinden alıyor. Erina hep, diğerlerinden farklı olarak bir gün daha uzun yaşayıp, yalnız başına hayatın asıl gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kalan tek bir ağustosböceğini arıyor; tıpkı kendisi ve geçmişteki ‘annesi’ Kiwako gibi…
Öte yandan çocukken toplamayı çok sevdikleri, ağustosböceklerinin içlerinden çıktıktan sonra geride bıraktıkları boş kabuklar da romandaki hemen her karakteri çağrıştırıyor. Çocuk sahibi olamayacağı için sevgilisinin karısından her gün “Sen boş bir kabuksun” hakaretini duymak zorunda kalan Kiwako da, kendi çocuğu Erina’yı sevmeyi beceremeyen kadın da, en küçük sorunda kaçmaya meyilli baba da, Melekler Evi’nin tüm o sorunlu kadınları da birer ‘boş kabuk’ olarak karşımıza çıkıyor.
Melekler Evi’nin bahçesinde sıralanmış ve kürtaj gibi nedenlerle ölmüş bebek ve çocukların ruhlarını simgeleyen yüzsüz melekler gibi şiirsel detaylarla güzelleşen bu zarif hikâyenin en vurucu yanı ise günahlarını temizlemek için her gün o melek başlarını yıkayan kadınlar misali, hemen her karakterin kendi pişmanlıklarıyla yüzleşip başa çıkmaya çalışmalarını izlemek. Kurbanla suçlunun günahkârla masumun sürekli yer değiştirdiği bu hikâyede, herkesin kapana kısılmış olduğunu fark etmek ise hayatla, kişinin kendisi ve diğerleriyle gerçek anlamda barışın sağlandığı ana ulaştırıyor; hem Erina’yı hem de okurun kendisini!
AĞUSTOSBÖCEĞİNİN SEKİZİNCİ GÜNÜ
Mitsuyo Kakuta
Doğan Kitap, 2017
303 sayfa, 25 TL.