Anadolu'nun antik izleri Kanada'ya taşındı

Güncelleme Tarihi:

Anadolunun antik izleri Kanadaya taşındı
Oluşturulma Tarihi: Ekim 26, 2023 12:01

Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi Sanat Bölümü Başkanı olan sanatçı Prof. Dr. Lütfü Kaplanoğlu’nun (LUKA) 25'inci kişisel sergisi 'Troy', misafir öğretim üyesi olarak gittiği Ivey Business School’un da yer aldığı Kanada’nın London kentindeki London Art Space’te açıldı. Serginin ana teması Troya olsa da Artuklulardan Selçuklulara, Hattilerden Hititlere Anadolu’da yaşamış diğer 'Troya'ların izini sürdüğünü belirten LUKA, “Anadolu’nun hangi değerini ele alsam ona bir başka başyapıt imge olarak bakıyorum” diyor.

Haberin Devamı

Yirmi beşinci kişisel serginiz “Troy”, Kanada’nın Ontario eyaletinde yer alan London Art Space’te açıldı. Sergi, Anadolu kültürünün zengin dokusundan ilham alıyor ve aslında özellikle Troya’ya atıfta bulunuyor. Serginin temel teması ve eserlerin içeriği hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Anadolunun antik izleri Kanadaya taşındı

Benim için Anadolu demek; Anadolu’yu oluşturan her öğeyi kabul etmek anlamına geliyor. Troya, Anadolu’nun bütününü kapsayan aksiyon, ruh anlamı taşıyor. Bu sebeple atlar, kaleler, kuleler, mekanlar ve  savaşçılar… Cinsiyet, ırk ve inanış biçimleri gibi ayrıştırıcı bütün özellikleri reddederek insanı insan yapıp yücelten duygular üzerine yoğunlaşan bir tema üzerine yaşayıp eser üretiyorum. Ana tema her ne kadar Troya olarak görünse de onun ardındaki sır; “Aşk ve Savaş”tır.
Çalışmalarım, gravür sanatının hemen hemen bütün tekniklerini içeriyor. Ebatları ise gravür tekniği standartlarının üzerinde ve yine gravürlerin çoklu edisyonlarına tezat olarak çoğunlukla tek edisyon ya da en fazla 10 edisyonu içeriyor.
İçerik olarak Artuklulardan Selçuklulara, Hattilerden Hititlere, ve Anadolu’da yaşamış diğer ‘troya’lar izleriyle yer alıyor.

Haberin Devamı

Serginin retrospektif bir seçki içerdiği belirtiliyor. Bu seçki, LUKA'nın sanatsal kariyerinin farklı dönemlerinden örnekler mi içeriyor? Sergiye özel seçki oluştururken düşünsel boyutta nasıl bir çerçeveniz vardı?

Anadolunun antik izleri Kanadaya taşındı

Sergimin temasının Troya olması benim Anadolu farkındalığımla ya da hissederek yaşamamla ilgili. Her karış toprağı anlamlarla yoğrulmuş bu toprakların geçmişten günümüze bir enerji barındırıyor olmasına duyarsız kalmam mümkün değildi. Bu duygularıma en güzel Selahattin Eyüboğlu  “Bizim Anadolu’sunda tercüman oluyor: “Bu memleket bizim olduğu için bizim, fethettiğimiz için değil. Aramızda dışarıdan gelmeler çoğunluk olsa bile – ki değil elbette – kaynaşmış, halleşmiş hepsi. Fetheden de biziz artık, fethedilen de. Eriten biziz, eriyen de. Biz bu toprakları yoğurmuşuz, bu topraklar da bizi. Onun için en eskiden en yeniye ne varsa yurdumuzda öz malımızdır bizim. Halkımızın tarihi Anadolu’nun tarihidir… Yetmiş iki dil konuşmuşuz Türkçe’de karar kılmazdan önce. Hepsinin tadı kalmış damağımızda. Aylarımızın, günlerimizin, köylerimizin, kentlerimizin adlarına bakın. Ne değişik eller, ne de değişik halk oyunlarında tutuşmuş, ne horonlara, ne halaylara girmişiz. Doğu’yla Batı sarmaş dolaş olmuş bizim içimizde. Ya o ya bu değil, hem o hem buyuz biz…”
Bende böyle bir mantıkla baktım ve sevdim Anadolu’yu… Bu sebeple her noktası değerli olan bu yurdu içselleştirme evrem çocukluğumda başladı. Öğrenciliğimde halk kültürü üzerine araştırmalar yapıp kayda alınmamış hikayelerimize iç geçirmişliğim. Dünya kültürüne de aynı mantıkla bakıyorum ama beni besleyen kültürü yeterince anlayamadan gidecek olmak ürkütüyor. Bu sebeple Anadolu’nun hangi değerini ele alsam ona bir başka başyapıt imge olarak bakıyorum. Bu sebeple hissettiğim imgeleri,  duyumsayarak farklı sanatsal dillerle görünür hale getirmeye çalışıyorum.

Haberin Devamı

“Eserlerimin içeriğini Hatti de oluşturuyor, Hitit de… Selçuklu kültürünü de yansıtıyorum Osmanlıyı da Bizansı da…”

Sergimin retrospektif özelliği 2012 yılından 2023 yılına dek bazı seçkileri içermesiyle oluşuyor. Doğudan başlayan serüvenim Anadolu’nun bir ucundaki değerli imgelerden  öteki ucuna yani  Troya’ya uzanışı benim yaşam çizgime denk düşüyor. Bu serüven içinde her bölgeyi araştıran ve sorgulayan araştırmacı, sezgisel, duyumsayıp özümseyici tavırlarımı ortaya çıkarıyorum. Böylece eserlerimin içeriğini Hatti de oluşturuyor, Hitit de… Selçuklu kültürünü de yansıtıyorum Osmanlıyı da Bizansı da...

Son eserlerimde özellikle Troya’nın öne çıkması aşk ve savaş kavramıyla alakalı. Ley hatlarının yoğun olarak geçtiği ve üzerinde tüm kültürlerin izleri ve gözü olan bir doğal müzenin farkındalığını, biçim içerik ilişkisi içinde hem gravür olarak hem pentür olarak tekrar yaşıyorum.

Haberin Devamı

Troya bir göstergedir. İçerikte olan katmanlar ana sebep olarak duygu ve dinamizm ortaya koyar. Evet biz biçim ve şekil görsek de asıl anlam; derinlerde giz olarak kalıyor. Bu sebeple eserlerde gösterilen ve görünenler de farklılaşıyor. Sanatçı olarak  yaşamış olduğum iç farkındalığımı benim ley hatlarımla sanatseverlerle paylaşıyorum.

“Çünkü çok kültürlü bir ortamda her dile ihtiyacım var”
Genel olarak pentür sanatçısı ya da gravür sanatçısı olarak ayrılıyor. Fakat siz her ikisini birlikte yürütüyorsunuz. İki alanda da üreten bir sanatçı olarak hangisi ile anılacağınız konusunda kafa karışıklıkları olmuyor mu? İkisini aynı anda nasıl yürütüyorsunuz?
Sanatta dil sanatçının tercihine göre değişiklikler gösterebiliyor. Gravürde özgürlük ve imkan  alanı kısıtlıyken; pentür alanı daha fazla özgürlük sunuyor. Dil çeşitliliğini avantaj olarak değerlendiren sanatçılardan biri olarak tanımlıyorum kendimi.  Neyi nerede ve nasıl yapmak istediğinin farkına varan bir sanatçının farkındalığında ne ile anılacağının değil misyonunu tamamlayıp tamamlamadığı ile ilgili endişeleri olur. Konsantrasyon sıkıntısı olmayan bir sanatçı bu soruları sormaz. İki disiplini birbirinden ayıramıyorum çünkü çok kültürlü bir ortamda her dile ihtiyacım var. Bu sebeple bir sanatçının ya da bir insanın en çok ihtiyacı olan özgürlük alanımı genişletmenin hazzını yaşamış oluyorum ve disiplin ayrımları benim düşünsel sitemlerimi doğurgan hale getirecek bir evrilme yaşıyor. Hayatımda bahanelere yer olmadığı için hiçbir engel kabul etmiyorum. Engeller karşısında mutlaka anında alternatif yaratma alanlarım devreye giriyor.

Haberin Devamı

Gravür (baskıresim) pentüre göre biraz daha ötekileştirilen, belki daha az değer verilen bir disiplin. Bunun sebebi nedir ve dünya çapında mı böyle bir bakış açısı var?
Gravür, teknik olarak çoğunlukla baskı presine ihtiyaç duyulan bir alan. Preslerin satın alınması, taşınması ve yer tutması ile kendine has alanlara ihtiyaç duyuyor. Çıkışı itibariyle yapılan bir resmin daha çok kişiye ulaştırma amacı var. Ama ülkemizde sanatta olması gereken biriciklik fikri ön plana çıkıyor. Bu bilinç bir anlamda koleksiyon için doğru olsa da; gravür edisyonlarının kayıt altına alınması nedeniyle bir disiplin olarak kabul edilebilirliği bilinç durumuna göre görmezden geliniyor. Her ne olursa olsun dünya da oldukça kabul gören ve oldukça yaygın bir alan. Gün geçtikçe teknikler genişliyor. Burada önemli olan imza niteliği ve değeri. Biçim ve içerik olarak sonuçlandırılmış bir gravür mutlaka yerini buluyor diye düşünüyorum.

Haberin Devamı

Sizin gravür çalışmalarınızda pentürde olduğu gibi tek (eşsiz) baskı örneklerine rastlıyoruz. Bu noktada aslında iki çalışma alanınızı birleştirmiş mi oluyorsunuz?
Çalışmalarımda Türkiye’de oluşan biriciklik fikri galiba bende de var. Bir eser gravür de olsa onu çoğaltmak heyecanımı kırıyor. Öğrenciliğimde bile yaptığım eskizleri tuvalime aktarmak yerine onu bir eser olarak kabul eder tuval yüzeyine aktarmazdım. Çünkü tekrarlar beni tatmin etmezdi. Çok az sayıda eserim en fazla 10 edisyon basılmıştır. Algılarla hiç ilgilenmedim. Günlerce oyduğum bir kalıptan almış olduğum unique tek eser beni tatmin ettiği için öylece mono olarak imzalayıp tamamladım. Benim mono baskılarımla diğer mono yani tek edisyon baskım karıştırılabiliyor ama yine bu durumdan da rahatsızlık duymuyorum. Çünkü benim ideallerim ve rotamda tartışmalara ve zaman kaybetmeye yer yok. Ülkemizde sanatçının özgürlüğünden bahsediliyor ama akademiden çevreye her alandan sanatı kısıtlı düşüncelere sokma eğilimleri var. Sanatçı her şeyi özgürce denemeli ve kısıtlanmamalı. Hiçbir sanatçının yıllarca aynı  teknik ya da düzende gitme mecburiyeti yoktur. İsteyen istediği tekniği, istediği yöntem ve kurgularla özgürce yapabilmeli düşüncesindeyim. Bu sebeple de dediğiniz gibi bütün tekniklerin avantajlarını kullanarak özgürce üretiyorum. 

Kadın figürleri, özellikle güçlü kadın karakterleri, eserlerinizde sıkça yer alıyor. Onları neyin simgesi ya da metaforu olarak düşünebiliriz?
Ruhsal olarak güçlü bir anneye sahip olmanın avantajını yaşadığımı düşünüyorum. Öyle bir figür ki hem Orta Asya’dan hem Anadolu’dan öğeleri yaşattı bize. Böyle bir figür, güçlü kadın özlemini beraberinde getiriyor. Anadolu’yu izleyince her dönem böyle insanların varlığını görüp mutlu oluyorsun ve hayranlığını ifade etmek kaçınılmaz oluyor. Doğa ana ya da güçlü ana fikri yaratıcılığın kaynağı olarak engellerin bir bir ortadan kaldırılmasını sağlıyor. Bu toprakların mayasının hakkını ödüyorum bu figürlerle. “Sizi tanıyorum, sizi kabul ediyorum ve sizi baş tacı olarak kabul ediyorum” diyorum. Fikrî ya da reel doğurmayı  sanatçının yaratım fikrinden ayıramıyorum. Sancı her iki varlıkta da aynı düzlemde aynı şekillerde ortaya çıkıyor. Dolayısıyla kadını da sanatçıyı da  hem aşkın hem savaşın kahramanı olarak görüyorum.

Eserlerinizin birçoğunda doğa ile başbaşa kalmış figürlerde derin bir yalnızlık da hissediliyor. Fakat onlar hep uzaklara, geleceğe bakıyorlar. Bu noktada dışavurmak, yansıtmak istediğiniz tam olarak nedir?
Çocukluğum 10 yaşıma kadar Pehlivanlı’da geçti. Cennet gibi bir köy olmasına rağmen iki vadi arasında olması ve ufku derinlemesine görememem sebebiyle hep sıkılır istediğimde oradan çıkabileceğim bir aracım olsun da oradan başka bir yere istediğim saatte gideyim diye dualar ederdim. Evimizin ahşap budaklı çam tahtalarında Belçika’nın , İstanbul’un, Erzurum’un imgesel bir yeri vardı. Bu imgelere bakar hayaller kurardım. Rasimlerimde yıllardır çocukluğumu ve hayallerimi yaşıyorum. Resimlerimde görülen figürleri sanat severler yalnızlık olarak  algılayabilirler ama ben o figürleri kalabalıklığım olarak görüyorum. Bu çağda, bu iletişim araçlarıyla yalnız kalma şansımız artık yok gibi. Her an ulaşılabilir olmadığımız anda tedirginlikler yaşatabiliyoruz çevremize. Dolayısıyla ben temsil eden o figürler, hissettiğim sınırsız ufuklardaki umutlarımı yansıtıyor. Elbette hayat zıtlıklarıyla güzel. Üzüntülerin karşılığında mutlulukların, savaşlar karşısında barışın dünyası ve hep iyilik, pozitif bir yaşam isteğini gönlümüzde hissettiriyor. O resimlerdeki çift de köpek de kadın da beni yani insanı temsil ediyor. Kutsal kitaplarda bile insanın dünyada çok büyük yük ve sorumluluk üstendiğini yazar. Bir insan  olarak yine de ümidin varlığını yaşıyorum çalışmalarımda…

Son olarak hem Batı hem de Doğu sanat ortamlarına katılmanız, farklı kültürler arasında bir köprü kurma amacı taşıdığınızı düşündürüyor. Bu sentez yaklaşımınız Bir misyon üstlendiğinize işaret edebilir mi?
Kültürel değerler, duygusu olan her insan için her yerde kıymetlidir. Başta insana saygı yönünden olması gereken bir bakış açısı diye düşünüyorum. Plastik sanatlar temsil olarak hep batı kaynaklı olarak sunulsa da insanın varlığının her aşamasında her yerde vardı. Avrupa bu sanat algısını  iyi yöneterek sanatın merkezi olarak konumlandırdı kendini. Dolayısıyla benim de ilk hedefim Avrupa ve Amerika idi.  Sonraları algım değişti. Çünkü Asya özellikle Çin ekonomisiyle pazarın yüzde 30’dan fazlasını yönetmesiyle farkındalıklar oluşturdu. Güney Kore’den bir galerinin yöneticisi İstanbul’da atölyeme geldiğinde beni çok zamandır izlediğini ve beraber çalışmak istediğini söylediğinde ön yargılarım birden dağıldı ve Güney Kore’ye eserlerimi taşıyıp sergi yaptılar. Aynı galeri sonrasında Contemporary İstanbul’da  eserlerimi sergiledi. Bu benim için kaygılarımı ve ön yargılarımı kırmama neden oldu. Sanatım sergilerim nedeniyle bana  yurt dışında farklı kültürleri görme şansı veriyor. Ayrıca bu etkinlikler ve uluslararası diyaloglarla ülkeme uzaktan bakma şansını verdiği için beni mutlu ediyor. Eğitimcilik bir misyon ama sanatçı kimliğim de bir o kadar sorumluluk gerektiren bir misyon. Doğrusu bu misyonu üzerimde hissedip gereklerini yapmaya çalışıyorum.

 

 

 

 

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!