Güncelleme Tarihi:
Merhaba Hüseyin... Tanımayanlar için biraz kendinden bahsedebilir misin? Neler yapıyorsun?
Antalya’da doğdum. İlkokulu Konya’da tamamladıktan sonra 2001 yılında Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo TV ve Sinema Bölümü’nden mezun oldum. 41 yaşındayım. Evli ve ve iki çocuk babasıyım. Konya’nın Seydişehir ilçesinde yaşıyorum. Sahne almak için çoğu zaman başka şehirlere gidip gelsem de, Seydişehir ben ve ailem için gerçek bir güvenli liman. Anadolu’nun en samimi ve en içten insanlarının yaşadığını düşündüğüm yer. Memleketim değil ama, artık memleketim gibi. Her dönüşümde, “Evim evim, güzel evim” diyorum.
Aslında büyük şehirler, müziyenlere birçok fırsat sunuyor. Bir müzisyen olarak küçük şehirde yaşamak nasıl bir şey? İstanbul’da ya da başka bir büyük şehirde bir hayat kurmayı düşünmedin mi?
Öğrencilik yıllarımda ve sonrasında büyükşehirlerde yaşadım. Seydişehir’de yaşamaya başladığımızda anladım ki, orada eksik olan şey duygu. Küçük bir şehirde daha fazla insana temas edebiliyorsunuz. Sayıca daha az insan olmasına rağmen, ilişkiler daha sıcak gelişiyor.
Müziğe olan ilgin nasıl başladı?
Müzik maceram aslında çok küçük yaşlarda başladı. Pazar günleri TRT2’de klasik müzik yayını olurdu. Beş kardeştik ve kardeşlerim sokağa oyun oynamaya çıkarken ben oturup senfonileri dinlerdim. İzlediğim piyanistlerin o melodileri nasıl olup da çıkarabildiğine şaşardım ve bu gizemli durum beni müziğe daha da bağlardı. Sonrasında babamdan bana bir piyano almasını istemiştim. Sabahları babam işe giderken ceketini çekiştiri, “Bana piyano al” derdim. Babamın benim için aldığı küçük bir melodika ile 1988 yılında müzik hayatım başladı. Hatırlıyorum, ilk olarak Beethoven’ın 9. Senfonisi’nin temasını çalmıştım. Sonrasında müzik öyle ya da böyle hep hayatımda oldu.
Peki, müzik kariyerin nasıl gelişti?
Üniversite yıllarımda, piyano hocam ve müziğe dair bende ne varsa şekillendiren İrge Sezer ile yolum kesişti. İrge Hoca, benim için büyük bir dönüm noktası oldu o yıllarda. Müziğimdeki her noktada onun dokunuşları ve onunla müzik üzerine yaptığımız uzun söyleşilerin izi vardır. Öğrencilik dönemi bitince de, 28 Şubat’ın ekonomik zorluklarından fazlasıyla etkilendim. Çok yıpratıcı bir süreçti ve ben Konya’ya dönmek zorunda kaldım.
Ödül anons edildiğinde ne hissettin?
Müzik kategorisi için ödül anonsunu, çok sevdiğim Şevval Sam yaptı ve “İyi bir film müziği, müziğin içindeki dramayı, dramanın içindeki müziği okumaktan geçiyor” dedi. O an içimden, “Bir gün benim müziğim için de böyle şeyler söylenir mi acaba” diye geçirdim. Hemen akabinde, “Bozkır filmi ile Hüseyin Özel” anonsunu duydum. Kulaklarıma inanamadım. O an yanımda oturan ve ‘En iyi erkek oyuncu’ ödülünü alan Mücahit Koçak beni dirseğiyle dürtünce yerimden kalkabildim. Benim için inanılmaz bir andı!
Altın Portakal müzik kariyerini nasıl etkiledi?
Ödül töreni 1 Kasım 2019’daydı. Ancak Aralık sonunda Çin’de koronavirüs salgını patlak verdi. Ben de o dönem grup arkadaşlarımla konser hazırlığı içindeydim. Prova dönemlerimizde sokağa çıkma yasakları başladı. Biz de ne yazık ki grubumuzun tüm faaliyetlerini belirsiz bir tarihe kadar ertelemek zorunda kaldık. 2020’nin tek güzel gelişmesi, piyanist arkadaşım Osman Yaman ile birlikte Konya’daki Sonsuz Şükran Köyü’nde verdiğimiz ‘Soprano Saksafon ve Piyano Duo’ konseriydi. Pandemiye rağmen müzik adına birşeyler yapabilmek, yel değirmenlerine karşı, elimizde enstrümanlarımız dört nala koşmakla eşdeğerdi bizim için.
Bir müzisyen olarak pandemi süreci nasıl geçti? Sektörün durumunu nasıl değerlendiriyorsun?
Pandemi süreci ve kısıtlamalar, maalesef en çok sahne sanatlarını ve sanatçıları etkiledi. 20 yılı aşkın bir süredir sürekli sahnede olan bir müzisyen olarak evde olmak çok zor. Hem maddi hem de manevi olarak adeta bir buhran dönemi. Bireysel projeler geliştirmek bir nebze işimi kolaylaştırsa da bu sürdürülebilir bir şey değil. Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada müzik sektörü büyük bir darbe aldı. Çünkü müzisyenler birer balıksa, sahne de onlar için bir deniz gibidir. Ayrı düşünülemez.
UKULELEDEN ESİNLE: HOZELELE
Bildiğim kadarıyla kendi geliştirdiğin bir enstrüman var; Hozelele... Biraz hikayesinden bahsedebilir misin? Nasıl ortaya çıktı?
Seydişehir’in bana getirdiği güzelliklerin başında, tamburi ve luthier, aynı zamanda grubumun da bir parçası olan Hüseyin Akgün gelir. Enstrüman atölyesinde de bir süre beraber çalıştık. Kendisi aynı zamanda ustam olur. Bir gün atölyenin tozlu derinliklerinde, onun ‘Derdalan Tamburu’ adını verdiği özel bir yaylı tambur için yaptığı tekneyi buldum. Bana vermesini rica ettim. O da beni kırmadı sağolsun ve kısa bir süre sonra bu tekneyi kullanarak ukulele benzeri bir enstrüman yaptım. Bir tenor ukulelenin boyutunda ve perdeleri bağlama perdesi. Telleri enstrümanın kuyruk bölümünden gelen ve hareketli bir eşik barındıran enteresan bir enstrüman çıktı ortaya. Mini bir harpi andıran etnik bir sound’a sahip. Ukuleleden yola çıkarak adını da ‘Hozelele’ koydum. Zamansız şeyleri hep sevmişimdir. Hozelele’yi herhangi bir zamana ait hissetmiyorum ve bu da bende daha kadim bir müzik duygusu uyandırıyor.
Dünyada epey dinlenen bir parçan var; Gezgin. Onun ortaya çıkışından biraz bahsedebilir misin? Ve bu kadar geniş bir dinleyiciye sence nasıl ulaştı?
2017 yılında, Loras Audio’dan sevgili dostum Ogün Sayharman’ın aranjörlüğünde üç şarkılık bir maxi single kaydettim. Tüm dünyada 500’ün üzerinde dijital ortamda, Believe adlı bir şirket tarafından dağı-tımı yapıldı. Albümün çıkışından bir ay sonra ‘Gezgin’, ‘Top 200’ listesine girdi ve 6 ay boyunca da listede kaldı. Gezgin’i, Vietnam’dan aldığım ilk ukulelem ile bir arkadaşımın belgeseli için bestelemiştim. Ama sonra proje iptal oldu ve ben bestemi ‘Gezgin’ olarak albümleştirdim. Believe’in raporuna göre, parçam en çok Polonya’da dinlenmiş. Nedenini ben de bilmiyorum ama bu Polonya’ya karşı bende ayrı bir ilgi uyandırdı. Umarım bir gün orada grubumla konser verebilirim.