Güncelleme Tarihi:
19. yüzyıl Paris’ini ve insanlarını geride bırakarak, taşrada bir yel değirmeni satın alan yazar-şair Alphonse Daudet’nin ‘Değirmenimden Mektuplar’ı, İş Bankası Yayınları’ndan çıktı. Her mektup farklı bir hikâyenin anlatıldığı bölümlerden oluşuyor. Bazı bölümler dünya edebiyatının en çok bilinen öyküleri arasında yer alıyor. Ancak itiraf etmeliyim ki, bu kitabı elime aldığımda yazar hakkında hiçbir bilgim yoktu. Avrupa’da yel değirmeni denince akla ister istemez ‘Don Kişot’ geliyor. Yel değirmenlerine saldıran Don Kişot’u ve tabii ki Sancho Panza’yı düşünerek başladım okumaya.
Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi içinde Sabri Esat Siyavuşgil’in çevirisiyle yayımlanan ‘Değirmenimden Mektuplar’, Rhone Vadisi’ndeki Provence’ta çam ve meşe ormanının yamacında 20 yıldır kullanılmayan değirmenin noterde satışıyla açılıyor. Daudet buraya taşındığını kimseye söylememiş olacak ki, gittiğinde ilk şaşıran değirmende yaşayan tavşanlar oluyor. Provence’e sekiz gün gibi kısa bir sürede alışan Daudet, “Artık nasıl olur da ben, sizin o gürültülü ve karanlık Paris’inize hasret çekerim! Değirmenimden o kadar memnunum ki! Burası tam istediğim gibi, gazetelerden, faytonlardan, fersah fersah uzakta, güzel kokulu ılık bir köşe” diyerek sesleniyor hemşerilerine ilk mektubunda.
MEKTUPLAR SIR TAŞIYOR
Mektupların muhataplarına sır verme derdinde olduğunu gördüğümüz Daudet, kitabında yel değirmeninin çevresindeki kırsal alanları resmediyor. Doğayı sayfalarında canlı kılma yetisi ve güçlü gözlem yeteneğiyle yazar, okuyucusunu 19. yüzyılın güneyindeki Fransa’ya götüren hikâyeler anlatıyor. Başına gelen olayların yanı sıra taşra yaşamını mektuplarına taşıyan Daudet, bölge insanından dinlediklerini de masallaştırıyor. Gerçek ve gerçeküstü olayları birleştirmeyi başarırken, hikâye anlatımı, gereksiz açıklamalar olmaksızın düzgün işliyor. Karamsar mektupları da var. Bir o kadar da komikleri. Yazar ‘Mösyö Seguin’in Keçisi’ mektubunda özgürlüğün pahasını açıklıyor, ‘Beaucaire Posta Arabası’nda sadakatsiz bir eşe sahip ,aşağılanmış, hasta ruhlu bir adam üzerinden bir erkeğin çektiği acılara dem vuruyor, ‘Cornille Usta’nın Sırrı’nda onurun ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. ‘Yıldızlar’, patronunun kızı ile ona âşık olan bir çoban hakkında. ‘Papa’nın Katırı’nda intikam almak için yedi yıl sabırla çiftesini atmayı bekleyen katırdan bahsediyor. ‘Semillante’ batık gemi hakkında bir hikâye. Son mektubu ‘Kışla Hasreti’nde ise, memleketine izinli gelen bir askerin, alayına duyduğu özlem üzerinden kendi sıla hasretini Parislilere duyuruyor.
YILLAR GEÇİYOR İSTEKLER AYNI
Kitabı bitirdiğimde bazı bölümleri duyduğumun ya da bir yerlerde okuduğumun farkına vardım. Mektuplardan bazılarında yazanlar dünya edebiyatının en çok bilinen öyküleri aslında. Ve bu modern çağda bile hâlâ geçerliliğini koruyorlar. Sonuçta bugün de ondan çok farklı değiliz ki. Yaşadığımız büyük şehirleri bırakıp bir Ege
kasabasına yerleşmek istemeyenimiz var mı? Büyük kentin sıkıcılığından, insanı karamsarlaştırdığından, yaşattığı kaostan dem vurmuyor muyuz sürekli? Belki de tarihin sonuna kadar böyle gidecek bu düşünce. Çok azımız bunu başarırken, büyük çoğunluğumuz gökdelenler altında, araba kalabalığının içinde mektup değil ama sosyal medyadan o arkadaşlarımızın görsellerine bakmayacak mıyız?
Değirmenimden Mektuplar