Güncelleme Tarihi:
Claire Keegan 1968’de, Katolik ve çiftçi bir ailenin kızı olarak İrlanda’nın Wicklow şehrinde dünyaya geldi. 17 yaşındayken ABD’nin Louisiana eyaletindeki New Orleans şehrine gitti ve Loyola Üniversitesi’nde İngiliz dili ile siyaset bilimi öğrenimi gördü. Mezuniyetinin ardından 1992’de İrlanda’ya döndü. Galler’in Cardiff şehrinde bir yıl geçirdi ve Galler Üniversitesi’nde hem yaratıcı yazarlık alanında yüksek lisans yaptı hem de lisans öğrencilerine dersler verdi. Daha sonra Dublin’deki Trinity College’dan yüksek lisans derecesi aldı. İlk öykü kitabı ‘Antarctica’ (1999) İrlanda Edebiyatı Rooney Ödülü de dahil olmak üzere birçok ödül kazandı ve Los Angeles Times’ın ‘2001’in en iyi kitapları’ listesine seçildi. İkinci öykü kitabı ‘Walk the Blue Fields’ (Mavi Tarlalardan Yürü) 2007’de yayımlandı. Uzun hikâyesi ‘Foster’ (Emanet Çocuk), Davy Byrnes Kısa Öykü Ödülü’nü kazandı, The New Yorker’ın ‘yılın en iyileri’ listesinde yer aldı ve 2022’de ‘An Cailín Ciúin’ (Sessiz Kız) ismiyle sinemaya uyarlandı.
ACI ÇEKEN KADINLAR VE ÇOCUKLARA ADANMIŞTIR
Yayımlanan bütün kitapları övgüyle karşılanıyor ama Claire Keegan ne yazık ki üretken bir yazar değil; 20 yılı aşan kariyerinde sadece iki öykü kitabı, bir uzun hikâye, bir de roman yayımlamış. Aslında roman olarak nitelenen ‘Böyle Küçük Şeyler’ de 80 sayfalık hacmiyle uzun hikâye ile kısa roman arasında bir yerlerde duruyor. Ama her ne olursa olsun zarif ve etkileyici bir anlatı. Keegan bir dönemi ele alıyor ve dönemin ruhunu yakalıyor. İrlanda özelinde dönem ruhundan söz ediyorsak eğer siyasetten de söz ediyoruz demektir. Tam da bu nedenle ‘Böyle Küçük Şeyler’in 2022’de Orwell Siyasal Kurgu Ödülü’nü kazanması hiç de şaşırtıcı değil.
Kitabın girişinde “Bu hikâye İrlanda’nın anne-bebek bakımevleriyle Magdalen Çamaşırhaneleri’nde acı çekmiş kadınlara ve çocuklara adanmıştır” cümlesini göreceksiniz. İrlanda tarihini bilmeyen okuyucular, romanın sonundaki notlardan Magdalen Çamaşırhaneleri’nin kirli tarihini öğrenebilirler. İşte bu tarihin sonlarına doğru bir yerinden başlamış anlatmaya Claire Keegan.
1985 yılının Noel arifesindeyiz. Mekân adının önemi yok, genel olarak İrlanda’yı temsil eden karakteristik bir kasabadayız. Hikâyenin kahramanı Bill Furlong’la tanışıyoruz. Zengin bir evin hizmetçisi olan annesini çocuk yaşlarındayken kaybetmiş, babasının kim olduğunu hiçbir zaman öğrenememiş, annesinin çalıştığı evin hanımı tarafından sevgiyle büyütülmüş bir adam. Şimdi 40’lı yaşlarında, evli ve beş çocuk sahibi. Kömür ticareti yapan Furlong, birşeylerin eksikliğini hissetmekle birlikte mutlu bir hayat sürdürüyor, ta ki kömür teslim etmeye gittiği Katolik manastırında paçavralara bürünmüş giysileri, sanki kör bir makasla kesilmiş saçlarıyla avluda taşları fırçalayan bir düzine kadın ve kızla karşılaşana kadar...
Bill Furlong, manastırın idaresinden sorumlu rahibelerin orada kız çocuklarına temel eğitim veren bir ıslahevi, ayrıca bir de çamaşırhane işlettiklerinden haberdar ama o zaman kadar manastır hakkında kasabada dolaşan dedikodulara kulak tıkamış. Ama şimdi -ona annesini hatırlatan- görüntüler aklından çıkmıyor. Hele ki, bir sonraki ziyaretinde manastır kömürlüğüne kapatılmış genç bir kız bulduğunda Noel coşkusu kâbusa dönüşüyor. Karısı dahil çevresindeki herkesin ‘görmezden gel’ dediği bu gerçekle baş etmek zorundadır Furlong. Vicdanının mı yoksa toplumun ortak ‘aklının’ sesini mi dinleyecektir?
SUSKUNLUK YA DA SUÇ ORTAKLIĞI
Keegan’ın Türkçeye çevrilen diğer iki kitabındaki gibi ‘Böyle Küçük Şeyler’de de zaman flu bırakılmış ve dönemin tarihine küçük göndermelerle bağlanmış. Bunun nedeni belli bir dönemden yola çıkıp genel olarak İrlanda’nın ruhuna nüfuz etme isteği. ‘Böyle Küçük Şeyler’in geçtiği zaman İngiltere’de Thatcher’ın iktidarda olduğu yıllar ve İrlanda’da kesif bir yoksulluk hüküm sürüyor. Ancak söz konusu yoksulluk İrlanda için yüzyıllara yayılan bir ‘kader’. İşte bu kaderin bir sonucudur Magdalen Çamaşırhaneleri. Kitabın sonunda çamaşırhanelerin tarihini açıklayan bölüm, hikâyedeki kadınların trajedisinin kitapta anlatılan dönemle sınırlı olmadığını açıkça gösteriyor. Buna karşılık roman kahramanı Bill Furlong, pek çok kişi gibi yanı başında akıp giden bu gerçekten habersiz. Zira toplum tarafından bilinen ama suskunlukla kuşatılan bir gerçeklik bu. Keegan’ın göstermek istediği, eleştirisinin merkezine koyduğu işte bu bilip de bilmezlikten gelme hali; Magdalen Çamaşırhaneleri, yalnızca onları yöneten insanların zulmü nedeniyle değil, aynı zamanda suskunluk ya da suç ortaklığı kiliseyi karşısına almaktan, yani direnmekten daha kolay olduğu için varlıklarını sürdürüyorlar. Tasvir ettiği toplumun sıradanlığı, suç ortaklığını toplumunun karakteristiğine dönüştürüyor. Öyle ki hikâyenin çıkış noktası olan Magdalene Çamaşırhaneleri hikâyenin ana teması değil ama Keegan’ın kendi ifadesiyle “Çamaşırhane skandalı Bill Furlong’un yaşadığı toplumu gölgede bırakıyor”.
Keegan’ın önceki hikâyelerinde de zor durumda kalmış, tehlikeye açık kahramanları -kadınlar ve kızlar- genellikle yetersiz, çarpık kurumların kurbanlarıdır. Bu kurumlar ailedir, kilisedir, toplumdur ve bütün bunlara izin veren İrlanda devletidir.
Hikâyenin duygusal ağırlığını, yapılan zulmü bu kadar keskin kılan söz konusu sessizliği ve kurumların bireyleri koruma konusundaki duyarsızlığını yansıtabilmesinde. Kısa bir romanda böylesine bir derinlik yakalamak Keegan’ın ekonomik anlatı becerisinden kaynaklanıyor. Dili ‘şaşırtıcı derecede güçlü’, ‘durgun ve kristalimsi’, ‘sessiz ve kesin’. Birkaç hafta önce bu köşede yer verdiğim Güney Afrikalı yazar Damon Galgut’a göre “Keegan cümlelerini nasıl tartacağını ve hızlandıracağını biliyor ve ince yargısı ince bir zevk veriyor”. Sonbaharın son günlerini geçiren küçük bir İrlanda kasabasının atmosferini -insanlarıyla birlikte- kusursuz cümlelerle tasvir etmiş.
Ama hikâyenin tamamını kurumsal yapıların eleştirisine indirgemek haksızlık olur. ‘Böyle Küçük Şeyler’ bir yandan da orta sınıftan bir aile babasının orta yaş krizini, iç hesaplaşmasını ve vicdan muhasebesini anlatıyor. Kısa bir hikâyede Bill Furlong’u çok iyi tahlil etmiş Keegan; iç çatışmasını ve aldığı kararı çok iyi temellendirmiş:
“Tanıdığı tanımadığı insanlarla karşılaşa karşılaşa yürümeye devam ederlerken, bir başkasına yardım etmedikten sonra yaşamanın bir manası var mı diye düşündü Furlong. Yıllar, on yıllar boyunca, hatta bütün bir ömrü bir kez olsun o yerde olup bitenlere karşı çıkma cesaretini göstermeden yaşayıp sonra da Hıristiyan olduğunu iddia etmesi, aynada yüzüne bakabilmesi mümkün müydü insanın? Bu kızla yan yana yürürken öyle hafif, öyle harikulade hissediyordu ki kendini Furlong, yüreğinde öyle ferah, yeni, bilinmedik bir sevinç yükseliyordu ki... (...) Bu yaptığının elbette bir bedeli olacaktı; ama hayatı boyunca, sıradan, alelade hayatı boyunca bir kez bile, kızlarını ilk kez kucağına aldığında, sağlıklı ve inatçı o ilk feryatlarını duyduğunda bile mutluluğun böylesini tatmamıştı.”
Keegan, karakterlerini ve okuyucularını temel bir insani ikilemle karşı karşıya bırakmış: İçimizdeki kötülüğe göz mü yumacağız, yoksa ona karşı harekete geçecek miyiz? Karamsar değil; hepimizin doğru şeyi yapabileceğimizi, sefalet gibi iyiliğin de insandan insana aktarılabileceğini, küçük eylemlerin büyük bir değişime yol açabileceğini savunuyor.