Güncelleme Tarihi:
1959’da Amman’da doğan Rabih Alameddine, 17 yaşındayken ülkesinden ayrıldı ve ABD’ye yerleşti. Los Angeles Kaliforniya Üniversitesi’nden (UCLA) mühendislik okudu, sonra işletme yüksek lisansını tamamladı ve hayata mühendis olarak atıldı. Ancak asıl ilgisini sanat ve edebiyat çekiyordu. Nitekim önce resme, sonra yazmaya başladı. İlk romanı ‘Koolaids: The Art of War’ 1998’de yayımlandı. ‘I, the Divine: A Novel in First Chapters’ (2001) ve ‘The Hakawati’nin (2008) ardından ‘Lüzumsuz Kadın’la 2014 (Amerikan) Ulusal Kitap Ödülü’nde finale kaldı, ‘The Angel Of History’ ile 2017 Arap-Amerikan Kitap Ödülü’nü kazandı.
YAZARLARLA YAŞAYANLAR
2000’li yılların Beyrut’unda kış mevsimi yaklaşırken başlıyor hikâyemiz. Anlatıcı Aaliya Saleh; 72 yaşındaki tanrısız, babasız, çocuksuz, aşksız, arkadaşsız, kısacası tamamiyle yalnız bir kadın. Yıllardır aynı köhnemiş apartmanda komşuluk yaptığı üç kadın -‘üç cadı’- dışında kimseyle merhabası bile yok. Ama çok özel bir merakı var Aaliya’nın. 22 yaşından beri her ocak ayının birinci günü yeni bir çeviriye başlamış. Son 50 sene içinde 40’a yakın kitap çevirmiş.
Dış dünyaya, insanlara, olup bitenlere kendisini kapatan bu kadın sevdiği yazarlarla, filozof ve sanatçılarla kafa tutuyor yalnızlığa. En yakını -yabancılaşma ve münzevilik konusunda ‘uzman’ olarak görüğü- Fernando Pessoa, ama daha pek çok tanınmış isim var ona arkadaşlık eden; Sebald, Dostoyevski, Patrick White, Marguerite Youcenar, Coetzee, António Lobo Antunes, Hemingway, Camus, Spinoza ve daha niceleri...
Şöyle ifade ediyor tutkusunu: “Uzun zaman önce tüm benliğimi, kelimelere duyduğum kör bir tutkuya adadım. Edebiyat benim kum havuzum. İçinde oyunlar oynuyor, kaleler, duvarlar inşa ediyor, şahane zaman geçiriyorum. Beni asıl zorlayan oyun bahçesinin dışındaki dünya. (...) Edebiyat bana hayat veriyor, hayat beni öldürüyor. Eh, hayat herkesi öldürüyor.”
Ne güzel, ne derin bir tutku, diye düşünebilirsiniz ama Aaliya’nın bu tutkusu karşılıksız bir aşka dönüşmüş. Zira bütün zamanını harcadığı, titizlendiği çevirilerini bırakın yayımlatmayı okutmuyor bile. Yaşlı kadının zihni geçmişin anıları ve okuduğu metinler arasında dolaşmaya başladığında bu tercihin nedenini ve Aaliya’nın başından geçenleri yavaş yavaş anlamaya başlayacağız. Bütün yollar bizi iç savaştan tarumar olmuş bir şehre götürecek; Aaliya’nın sevgili Beyrut’una... “Beyrut şehirlerin Elizabeth Taylor’ı; deli, güzel, dağınık, altüst olmuş, yaşlanmakta ve daima dramların pençesinde.”
BEYRUT, EY BEYRUT
Huysuz, yaşlı, kıt kanaat geçinen, hayat yorgunu ama çok parlak bir zihne sahip Aaliyah. Zihni iç içe geçmiş tuhaf anılarla dolu ve bir o kadar da pişmanlıklarla... İronik bir sesi var; sakınmasız, keskin, alaycı... Yazarları, eserleri, zaman zaman okuyucuyu iğnelemekten çekinmiyor. Ama iğnelemenin ötesine geçtiği anlar da oluyor. Özellikle de savaş yıllarına sıra geldiğinde, savaşan tüm tarafları yerden yere vuruyor Aaliya. Zira savaşın en büyük mağdurlarının kadınlar olduğunu kendi deneyimleriyle biliyor. Ve onun deneyimlerinden yola çıkarak Beyrut özelinden Ortadoğu’da kadın olmak meselesine bir pencere açıyor Rabih Alameddine. Sadece Aaliya’nın değil, onu çevreleyen kadınların -annesinin, tek dostu Hannah’ın, komşularının- hikâyeleriyle birlikte erkek egemen bir toplumda kadın kimliğiyle ayakta durmanın zorluklarını sergiliyor; bir direnişin mümkün olabileceği vurgusuyla...
Rabih Alameddine, Arap edebiyatının kökenini oluşturan sözlü hikâye anlatım geleneğini öğrenerek büyümüş. Diğer romanlarını okumadım ama ‘Lüzumsuz Kadın’da bu geleneği modern romana başarıyla uyguladığını söyleyebilirim. Çok esnek bir biçim; Aaliya, okuyucu ile konuşurcasına, doğrudan okuyucuya hitap ederek anlatıyor hikâyelerini. Konudan sık sık sapıyor, rastgele bir tarihten rastgele bir anıyı, bir olayı, mekânı ya da karakteri anlattıktan sonra yeniden anlatım zamanına bağlanıyor. Konudan sapışlar aslında sapma değil hikâyeye güzellik katan kılcal damarlar. İç içe geçmiş monologlar ve yan hikâyecikler kaotik bir toplumda bireysel hayatlarla yüzleşmenin kanalları vazifesini de görüyor.
Hayat ve kitaplar arasındaki ilişkiye kafa yoran Aaliya’nın anlattıkları uzun yıllar boyunca yaptığı okumaların getirdiği bilgelikle yüklü. Mitolojiden tarihe, edebiyattan siyasete, aşktan cinselliğe, sevgi ve şiddetin kaynaklarına kadar genişleyen bir perspektifle insanı, hayatı ve ölümü sorguluyor. Çok fazla tema, çok fazla gönderme barındıran, içten, duygu dolu ve sessiz bir roman.
İmge zenginliğine de dikkat çekmek gerekir. Hikâyenin bir yerinde romanlardan aklımızda kalanın sadece sahneler, daha doğrusu imgeler olduğunu, birçok yazarın romanlarını imge üzerine imge kullanarak yazdığını söyleyecek Aaliya. Ve sonra okuyucuya dönecek: “Bu önemsiz sayfalardan geriye senin için hangi imgenin kalacağını tahmin edecek olsam sevgili dostum, zannederim ki annemin çığlığı, zayıf bedeni, ellerinin duruşu, dehşetli haykırışı olacaktır.”
Benim için değil! Romanın bendeki imgesi romanın dışından geliyor; Fairuz’un ‘Li Beyrut’ şarkısından... Kitabı bitirdiğinizde Fairuz’un yıkılmış şehri Beyrut’a yaktığı ağıtı da dinleyin; edebiyatla müziğin mükemmel bir örtüşmesine tanık olacaksınız.
‘Lüzumsuz Kadın’da münzevi bir kadının geç yaşam krizini ve Beyrut şehrinin nefes kesen bir portresini çizmiş Rabih Alameddine. Aaliya sokaklarda dolaşırken, merceğinde kırılan manzaralar sadece edebi, felsefi ve sanatsal referansları değil, Lübnan İç Savaşı ve 1982 Beyrut Kuşatması gibi tarihi referansları da tetikliyor. Geçmişin dinamik imgeleri Aaliya’nın zihninde devinirlerken söz edilen -siyaseti, kültürü, dini ve inançları da kapsayan bir genişlikle- tarihin toplumda, bireylerde ve özellikle de kadınlarda açtığı yaralara nüfuz ediyoruz.
Kendisini ve hayatını okuduğu kitaplardan yola çıkarak oluşturmuş, anlattıklarını da belki okuduklarından hareketle uydurmuş, gerçeklikle ancak bu şekilde başa çıkan bir kadını anlatmış Alameddine. Tam da romanının -Richard Flanagan alıntısı- epigrafında okuduğumuz türden bir fikriyatla:
“Belki de kitap okumak ve kitap yazmak insanın onurunu korumak için geriye kalan son savunmasıdır. Çünkü sonunda, bize bir zamanlar Tanrı’nın, bu amansız utanç çağında buhar olup uçmadan önce hatırlattığı şeyleri hatırlatırlar - sadece insandan ibaret olmadığımızı, ruhlarımızın da olduğunu. Ve dahası, çok daha fazlasını.”