Güncelleme Tarihi:
Üretkenliği ve çarpıcı kısa romanlarıyla tanınan Auster’in yedi yıl aradan sonra yazdığı ‘4 3 2 1’ öncelikle 1100 sayfalık hacmiyle dikkat çekici. Paul Auster ‘4 3 2 1’de Archie Ferguson adlı roman kahramanının ABD’nin siyasi ve kültürel tarihiyle iç içe geçen dört ayrı hayat hikâyesini anlatıyor.
Auster’in hayatını biyografik kitaplarında okumuştuk. Pek çok romanında da kendi hayatından kesitlere yer vermişti. Şöyle özetlenebilir: 1947 Newark, New Jersey doğumlu. Polonya göçmeni Yahudi bir ailenin çocuğu. Liseyi bitirdikten sonra Columbia Üniversitesi’ne kaydolmuş. 1967’de aldığı bursla eğitimini bir süre Paris’te sürdürmüş. Ancak eğitimini yarıda kesip Rue Clément’te küçük bir otelde yaşamayı tercih etmiş. Bir süre sonra Columbia Üniversitesi’ndeki eğitimine dönmüş. Üniversiteyi bitirdiğinde yeniden Paris’e yerleşip hayatını Fransız edebiyatından İngilizceye yaptığı çevirilerle kazanan ve XX. yüzyıl Fransız şiiri üstüne önemli bir antoloji hazırlayan Auster, dört yıllık Fransa macerasının ardından 1974’te geldiği New York’ta gazete ve dergilere edebiyat eleştirileri yazmaya başlamış. Maddi sıkıntılar ve ailevi sorunlarla boğuşan yazar, babasından kalan miras sayesinde rahata ermiş ve kendini edebiyata adamış. Sonrası malum; kendi ismiyle yayımlanan ilk romanı ‘Camdan Kent’ (1985) ile başladığı yazarlık kariyerinde büyük bir çıkış yakalayan Auster, artık dünyaca tanınan bir yazar...
FARKLI BİR İSİMLE DOĞSAYDIM?
Bu hayat hikâyesini ‘4 3 2 1’in dört hikâyesine serpiştirilmiş olarak bulabilirsiniz. Zaten Auster de roman kahramanıyla kendisi arasındaki benzerlikleri yadsımaz. ‘4 3 2 1’ ise hiçbir şekilde otobiyografik bir roman değil; hikâyeleri renklendiren öyle çarpıcı anlar, hayatlara yön veren rastlantılar, aşklar, cinsel ilişkiler var ki anlatı tamamiyle farklı yönlere ilerliyor, farklı karakterlere hayat veriyor. Kısacası Auster, pek çok romanında yaptığı gibi kendi hikâyesini başkalarının hikâyesine dönüştürerek roman içindeki varlığını ortadan kaldırıyor...
Kitabın sonlarına geldiğimizde, okuduklarımızın roman kahramanı Archie Ferguson’lardan birisinin yazdığı bir roman olduğunu öğreniyoruz. Aslında Auster, belki de aynı kişi ve karakterlerle birbirine paralel dört ayrı hatta ilerleyen romanın karmaşık yapısını toparlamak için kısa bir özet verme gereği duymuş:
“Ferguson Morningside Heights’a her gidişinde kendisiyle yaptığı aynı konuşmaya daldığını fark etti: Princeton yerine Columbia’ya gitmiş olsa neler olurdu? Ve oraya gitseydi, yaşamı şimdikinden nasıl farklı olurdu? Ferguson’un bir sonraki kitabı işte bu sorudan doğdu.” Böylece kendi hayatını aktarmak yerine “kendisinin üç farklı versiyonunu yaratacak ve kendi hikâyesiyle birlikte onlarınkini de işleyecek (kendisi de bir anlamda kurgusal bir karakter olacağı için anlattığı da az çok kendi yaşamöyküsü olacaktı) ve birbirinin tıpatıp benzeri olan ama farklı dört kişinin romanını yazacak, bu dört kişinin adı da aynı olacaktı: Ferguson (...) Birbirinin eşi ama farklı, yani aynı ebeveynleri, aynı gövdeleri, aynı genetik yapıları olan, ama her biri farklı bir kentte, farklı bir evde kendine özgü koşullarda yaşayan dört erkek çocuğu. O koşulların etkisiyle şu ya da bu yöne savrulan çocuklar kitap ilerledikçe birbirlerinden uzaklaşacak, emekleyerek, yürüyerek ya da koşarak çocukluk, ergenlik ve ilkgençlik süreçlerini geçecek, kişilikleri giderek daha belirginleşecek, her biri kendi yolunda ilerleyecek, yine de hepsi hâlâ aynı kişi olacaktı, kendisinin üç hayali versiyonu ve işi sağlama almak için kendisi, yani kitabın yazarı da Dört Numara olarak diğer üçünün yanında yer alacaktı; ama o noktada kitabın ayrıntılarını kendisi de bilmiyordu, ne yapmaya çalıştığını ancak işe koyulduktan sonra anlayacaktı, önemli olan o çocukları sahiciymiş gibi sevmek, kendini sevdiği kadar sevmek, 1961 yazında sıcak bir öğle sonrası gözlerinin önünde ölen çocuğu sevdiği kadar sevmekti ve şimdi babası da öldüğü için –onlar adına– yazması gereken kitap buydu. Kesin olan sadece tek bir şey vardı. Hayali Ferguson’lar, tıpkı Artie Federman’ın öldüğü gibi teker teker ölecekti; ama ancak kendisi onları gerçekmiş gibi sevmeyi öğrendikten, onların ölümünü görmeye katlanamayacak noktaya geldikten sonra öleceklerdi ve o zaman ayakta kalan son kişi olarak kendi kendisiyle yeniden yalnız kalabilecekti. Kitabın adı da buradan geliyordu: 4 3 2 1.”
UNUTULANLAR
Biraz karışık bir özet ama romanın karışıklığını çok iyi yansıtıyor. Zaten ‘4 3 2 1’in en büyük zaafı da bu. Ardışık bölümlerde anlatılan farklı hayatlar, okurken birbirine karışıveriyor. İlk beşyüz sayfada “Şimdi bu hangi Ferguson’du?” ya da “Bu karakter ölmemiş miydi?” diye tereddüde düştüğüm çok oldu. Ancak karakterler olgunlaştıktan sonra karışıklıklar gideriliyor. Bu sefer de aynı olayların her bir roman kahramanının gözünden değerlendirilişinden doğan tekrarların sıkıntısı söz konusu. 1947 doğumlu, dünyaya, sanata ve edebiyata duyarlı dört çocuğun, giderek dört genç adamın ilgisini çeken, onların hayatını etkileyen tarihsel olaylar, siyasi ve kültürel gelişmeler elbette birbirinden pek farklı olmayacaktı. Bunların bir roman içinde her biri için yeni baştan ele alınması üstesinden kolay gelinebilecek bir zorluk değil. Usta bir yazar olarak Auster genellikle üstesinden gelse bile 1100 sayfalık bir romanın bazı bölümlerinde ne yazık ki tekrara düştüğü duygusu uyandırmaktan kurtulamamış.
Tekrara düşmüşlük durumunun bir başka nedeni benzer kurgu ve temaları (aile etkisi, edebiyat, yazarlık, rastlantı, kader, kadere yön veren travmalar, metropol yaşantısı, bellek, bölünme, düş-gerçek karşıtlığı, kimlik, belirsizlik, adalet arayışı, dostluk, ihanet, cinsellik) önceki romanlarında da okumuş olmamız. Mesela ‘Yanılsamalar Kitabı’nın başına Chateaubriand’dan yaptığı alıntıyı ele alalım: “İnsanın bir tek ve hep aynı yaşamı yoktur. Peş peşe eklenen birçok yaşamı vardır ve çektiği acıların nedeni de budur.” Bu ifade, Auster’in hemen her romanının başlangıç noktasıdır. Her bir kahramanının yaşamına bu bakış açısıyla nüfuz ederken, onların hayat hikâyelerindeki dönüm noktalarını araştırır. Doğrusal çizginin nerelerde, nasıl kırıldığını anlamak, göstermek ister. Okuduğumuz, bir romandan ziyade romanın yazılma serüveni olarak oyunun kendisidir. ‘4 3 2 1’ de bunların hepsini sanki temize çekmek istemiş ve kendi deyişiyle “ömrü boyunca yazmak istediği romanını” kaleme almış ve doğal olarak kendisini tekrarlamaktan kurtulamamış.
Edebiyat açısından olumsuz olmasına karşılık ‘4 3 2 1’deki siyasi meselelerin tekrar tekrar vurgulanmasının önemli olduğunu düşünüyorum. ABD’nin 47’liler kuşağının artık unutulan, daha doğrusu unutturulmak istenen tarihini, ABD siyasetinin muhtemelen en utanç verici dönemi bir kez daha bütün çıplaklığı ile sergiliyor: Küba krizi, Vietnam Savaşı, farklı ırklara, inançlara, cinsel eğilimlere uygulanan baskılar, Kara Güç Hareketi’nin yükselişi ve imhası, siyasi suikastlar... Paul Auster bu tarihi -dönemin edebiyatı, müziği, sineması, modası, cinsellik anlayışı, tüketim eşyaları eşliğinde- o yılların ruhunu yakalamaya çalışarak hikâyesine yedirirken pek çok insani meseleyi sorunsallaştırmayı başarıyor. Göz korkutan sayfa sayısı dışında tipik bir Paul Auster romanı...