Güncelleme Tarihi:
50’ler neden önemli? Ne oluyor orada, ne yeni, ne etkileyici, ne acayip?
50’ler bütün dünya için savaş sonrası yeni bir başlangıcı temsil ediyor. Bugünün Türkiye’sinden baktığınızda, örgütsüz, hukuksuz, derme çatma bir sandık demokrasisinden toplumsal kutuplaşmaya kadar nice benzerlik bulabileceğiniz gibi, bir yığın farklılığa da rastlayabilirsiniz. Kitapta 50’leri mümkün mertebe kendi haline bıraktım, kendi iç dinamiklerinin peşine düştüm. Sonuçta kabuğunu kırmak isteyen, özgürlükçü 60’ların provasını yapan ama Soğuk Savaş rüzgârları yüzünden sürekli burnunu çeken, nezleli gripli bir ülke ortaya çıktı galiba.
Kitabın adı dönemin popüler bir Erzurum türküsünden ‘Ha Bu Diyar’dan geliyor. Özellikle bu türküyü ve bu türküden de bu cümleyi seçmenizin nedeni nedir?
Kökeni daha eskiye dayansa da ‘Ha Bu Diyar’, Zehra Bilir’in çıkardığı plak sayesinde 1950 yılında bütün Türkiye’ye mal oluyor. Marshall Yardımları’nın izinde tarımda mekanizasyonun hızlandığı, karayolları hamlesinin ve iç göçün başladığı; kentin köyle tanıştığı bir dönemi simgeliyor. O kadar bereketli bir türkü ki caz, rock ve klasik müzik aranjmanları da yapılıyor. ‘Şimdiki zaman beledir’ dizesi ise türkünün içinde gizli bir mücevher bence. Devir değişti, devran döndü, geçmişe mazi derler ya da “Dünle beraber gitti cancağızım, ne kadar söz varsa düne ait, şimdi yeni şeyler söylemek lazım” demeye getiriyor.
Yola çıkış limanı ya da nirengi noktası olarak müziği seçtiğinizi söyleseniz de 50’li yılların Türkiye’sinin politik, ekonomik, kültürel ritmi var kitapta. Müzik, sinema, genel olarak sanat politikadan ya da sosyolojiden ya da ekonomiden bağımsız bir şey değil ve bu durumu da kitabı okurken özellikle hissediyoruz. Nasıl bir denge gözettiniz müzik ve diğer şeyler konusunda?
Kitapta çift yönlü bir arayış var: Dinlediğimiz şarkılar bize nasıl bir çağı anlatıyor? Yaşadığımız çağ karşılığını hangi müziklerde buluyor? Siyasi açıdan Amerikan hegemonyasının ya da günahıyla sevabıyla Amerikan kültürünün ayak izleri müzik ekseninde çok kolay takip edilebiliyor. Yalnız cazı veya rock’n’roll müziğini değil, Kore Savaşı için yakılan hamasi türküleri de kastediyorum. Örneğin Hollywood öyle büyük bir güç ki kendi çevirdiği protest filmlerin Türkiye dağıtımını engelleyebiliyor. Türkiye 50’lerde sabah akşam Zeki Müren’le yatıp kalkıyor ama hiç dinlemediği İdil Biret’le, Suna Kan’la, Leyla Gencer’le övünüyor çünkü onları Kore Savaşı’na asker gönderircesine, Türk’ün gücünü ispat etmek için Avrupa’ya gönderiyor.
Kitap müthiş ve de titiz bir fiziksel çalışma gerektirmiş gibi duruyor. Onca afiş, plak kapağı fotoğrafı, kitap kapağı... Nasıl bir çalışmaydı, ah ben bugün yemek yemeyi unuttum dediğiniz anlar oldu mu?
Sabahları uyandığımda bazen hangi yılda olduğumu karıştırıyordum. 1951 mi yoksa 1958 mi? Neyse ki Twitter bağımlısıyım, o sayede öğlenleri geçici bir süre için bugüne dönebiliyordum.
Araştırırken karşınıza çıkan, başlangıçta aklınızda olmasa da kitaba çok yakıştığını düşündüğünüz maddeler ya da olmasaydı bu kitap da olmazdı dediğiniz maddeler var mı?
Çok var. Bunların zirvesi şu: Bir bakanlık müsteşarının opera yayını esnasında Ankara Radyosu idaresine telefon ederek “Niçin anırtıyorsunuz bu adamı?” diye bağırıp fırça çekmesi.
Her madde, birilerine bir şey öğretecek, başkasına bir şey anımsatacak gibi. Kitabı okurken birden kalkıp Sait Faik’in ‘Türk Ülkesi’ öyküsünü açıp tekrar okudum. Kitaptaki maddelerin, belki bilmeyene iyi bir şey göstermek, unutana bak böyle de harika biri, acayip iyi bir öykü vardı demek için, yani biraz da iyi şeyleri hatırlatmak için seçilmiş olması mümkün mü?
Kitabı hazırlarken ‘İnce Memed’, ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ gibi romanların birer müzikal ya da operet için ne kadar elverişli bir maden oldukları kafama dank etti. Hele Nezihe Meriç’in öyküleri keşke konservatuvarlarda okutulsa.