Güncelleme Tarihi:
*
Emile Ajar’ı hatırlarsınız, değil mi?
Hani “la Vie devant soi” ile 1975’te Goncourt edebiyat ödülünü kazanan Fransız “yazar.”
“Yazar” kelimesini tırnak içine aldım, çünkü edebiyatçı Roman Gary ölmeden önce, Emile Ajar’ın bir takma ad olduğunu itiraf etmişti.
Gary, Emile Ajar adını kullanarak üç önemli ve çok satan roman yazmış; yarattığı yazar Goncourt aldığında, kimliği hakkında sayfa sayfa yazılar çıktığında, “Ajar benim” diye ortaya çıkan, televizyonlarda en ciddî edebiyat programlarına konuk edilen kuzeni Paul Pavlovitch’i seyrederken... herhalde çok eğlenmişti.
Sonunda, intihar etmeden önce, “Emil Ajar’ın yaşamı ve ölümü” diye kısa bir metin yayımlamış, gerçeği açıklamış ve okurlarına “Çok eğlendim. Teşekkürler, hoşçakalın!” diyerek veda etmişti.
Bernard-Henri Lévy demişti galiba “Kendini çıkmazda bulan her yazarın hayalidir bir Ajar yaratmak” diye...
Gerçekten de...
*
Fransız kitap-edebiyat dergisi Lire’de “Yüzsüz yazarlar” diye bir yazı okuyorum, yattığım yerde.
“Kimi yazarların her fırsatta, her yerde karşımıza çıktığı günümüzde, sıkı sıkı saklananlar da var. Kitapları tanınsın istiyorlar, yüzleri değil. Eserlerinin büyük başarısı ve yarattıkları sır halkasının getirdiği ilgi sayesinde, bu yazarlar yaşayan birer efsane günümüzde. Gizlenmek, demek ki, ortaya çıkmanın bir başka şekli” diyor yazısının girişinde Ingrid Merckx.
Özellikle değindiği üç büyük yazar var, bu “yüzsüzler” kategorisine giren.
Birincisi “Yüzyılın en gizemli yazarı” Maurice Blanchot.
İkincisi “Cornish hayaleti” J.D.Salinger.
Üçüncüsü de “Amerikan edebiyatının görünmez adamı” Thomas Pynchon...
Hemen hiç röportaj vermemişler, fotoğrafı bile yok neredeyse. Pynchon kırk yıldır (yani 26 yaşındayken ilk romanını yazdığından beri, daha ilk günden itibaren), diğer ikisi yaklaşık 50 senedir ... gizlenmeyi başarıyor insanlardan.
*
Niye bunları bize anlatıyorsun, diyeceksiniz.
”Yokluklarını” bir efsane, “yüzsüzlüğü” bir imaj haline getirmiş bu üç yazarın hikayesini okurken... “herşey olayım derken, hiçbir şey olamamış” garip arkadaşımı, kavgalı yoldaşımı, Serdar’ı düşünüyorum. (İranlı ikizlerin birbirinden kurtulamayışı bana bu eski arkadaşımı hatırlattı, bir gün bahsedeceğim size ondan.)
Serdar garip de çok hayal etti böyle bir “yüzsüz” şöhreti...
Sokakta tanınmaktan hoşlanmayan gazeteci olur mu?
Olur! Ben hoşlanmıyorum...
Diyeceksiniz ki “Haçan sen ne zaman meşhur oldun da şikayet ediyorsun?”
Olmadım, ama bir ara ufak bir televizyon denemem oldu, Kanal D’nin ilk günlerinde arkadaşım Temuçin Tüzecan’ın Seçime Doğru adlı programına katkım olmuştu. Canlı yayında 1993 Belediye Seçim adaylarını ağırlıyorduk. Ben, yaptığımız kamuoyu araştıramalarını yorumluyor ve (her ankette sadece ‘bir birinci’ çıktığından) yalancı pehlivanlarla papaz oluyordum. Mesela Bedrettin Dalan’la fena kapışmıştık canlı yayında, gece yarısı gidip Aydın Doğan’a şikayet etmişti bizi...
Kanal çok yeni olduğu için, pek az insanın seyrettiği bu programdan sonra bile... çok şaşırdığımı hatırlıyorum, bakkalda çakkalda insanlar “Sizi dün televizyonda gördüm” deyince. Hazzetmediğimi o zaman fark ettim.
*
Evet, biliyorum, gazeteciye, televizyoncuya belli bir “isteri dozu” gerekli. Çok başarılı olan meslektaşlarıma da overdoz...
Yok, yok, buna isteri demek haksızlık, anormallik bende....
Tanınmak istemeyen, alkıştan hazzetmeyen insan tiyatrocu, şarkıcı olabilir mi mesela? İzleyici karşısına çıkan herkesin tanınmayı içine sindirmesi gerekir.
Lafı uzatmamak için, benim özellikle böyle bir talebim yok, diyelim. (1)
Peki sen ne istiyorsun kardeşim, derseniz eğer... Bir defa “kardeşim” demeyin ben böyle delikanlı ağızlardan hoşlanmam.
Sokaktaki insanın tanımadığı, ama güçlü, etkili, yazdı mı yeri göğü titreten, tüyü bitmemiş yetimin hakkını koruyan.... (Yok, bu işi mesleğin Robin Hood’larına bırakalım...) gerçekten etkili, kamuoyunun güvendiği, kamunun çekindiği bir gazeteci olmak isterdim, mesela.
Yani “yüzsüz bir gazeteci” olmayı...
Ohooo, Türkiye’de o dediğinden çok var ne demek?
Bırakın kelime oyunu yapmayı. Yüzsüz dediysek, yüzünü sokaktaki adamın tanımadığı, gerçek kimliğinin bilen çok olmayan gazeteci demek istiyorum. Yukarıdaki yazarlar için kullandığım anlamda “yüzsüz.”
Aynı şekilde, ticaret yapmaya çalıştığım dönemde de, perde arkasından ekonomiyi yönlendiren, ama adını, yüzünü hatta mümkünse varlığını kimselerin bilmediği,“gerçek anlamda muktedir” bir işadamı olmayı hayal ederdim, dim, dim... çünkü işlerimi hep batırdım!
Siyaset yapsam da, (haddimi aşarak bir örnek vereyim), Osman Gazi olmaktansa, akıl hocası Edibali olmayı, Fransa Başbakanı Leon Blum olmaktansa, kütüphaneci Lucien Herr olmayı tercih ederdim herhalde.
Bilmem anlatabildim mi derdimi?
Ee, niye yüzsüz olmaya çalışmıyorsun o halde?
İnanın denedim. Adımı, fotoğrafımı kullanmadan, “anonim bir köşe” yaratmayı çok istedim. Az kaldı tutturuyordum da böyle bir köşeyi... Ama komadılar! Günü gelince anlatırım size.
*
Velhasıl, “tanınmayan bir şöhret” olmayı, “imajın herşey olduğu” bu dünyada, “gizliliğin verdiği karizmayı” imaj yapmak isterdim ben de.
Çok az yaşadım bu tadına doyulmaz keyfi.
Bir gün, bir kokteylde, benim yazılarımdan bahsediyordu “etkili ve ünlü” bazı insanlar. Benim yanımda, beni konuşuyorlardı bilmeden. Arada dönüp bana da fikrimi sorarak...
- Bilemeyeceğim, dedim. Söylediğiniz gazeteciyi okumuyorum pek.
- Yanlış yapıyorsun, dedi önemli bir işadamı, okumalısın. Sen gazetecisin. Allah için ortalığı iyi karıştırıyor bu ...
*
Adımı Serdar taktım
Öyle yazmaya kalktım
Bir gün meşhur olursam
Tanınmayayım deyü
(1) Bir gün beni televizyonda görüp “Ee hani?” demeyesiniz diye peşinen söyleyeyim: Daha iyi para verdiği için, imkan olsa televizyona hayır demem.