Güncelleme Tarihi:
Meslekte 40’ıncı yılınıza denk gelen bu kitap sizin için ne ifade ediyor?
- Araştırma zevkini tekrarlıyor. Türkiye gibi, bol malzemenin bulunduğu bir ülkede, çok yönlü araştırma yapmak her zaman mümkün. Bol kitap, bol film, bol senaryo yazmak için insan kamçılanıyor. Beş yıl önce Fenerbahçe Cumhuriyeti kitabımın yeniden yazılmasını istedi yayınevi. Bu yazdığım dördüncü kitap. Burada biraz da belgesel roman türünü denemeye çalıştım. Belgeler ve olaylar hep gerçek, anlatım yer yer roman tarzında. Diğer kitaplarım doğrudan belgelere, yaşanmış gerçeklere dayanıyor. Bu kitapta tarih ve insan, temel motif.
Devletin gizlilik kararını kaldırdığı belgeleri incelerken neler hissettiniz?
- Onlara ulaştığımda, kendimi Topkapı Sarayı’nın Hazine Dairesi’ndeymişim gibi hissetim. Her belge altın değerinde. İnsana heyecan veriyor, ortaya iyi bir yapıt çıkmasını teşvik ediyor. Bu belgelerin en iyi biçimde değerlendirilmesi gerektiği düşüncesini aşılıyor. Belgelere bakınca, onların yıllarca neden gizlendiğini anlamak mümkün. Her dönemde halktan mutlaka gizlenen gerçekler var, devlet sırrı adı altında. Buna tanık olmak çok ürpertici.
Sizi şaşırtan olaylar neydi?
- İkisine değinirsem; ilki Dersim’de isyanın lideri olarak Seyit Rıza görülüyor. Seyit Rıza 1937 Kasımı’nda idam ediliyor. Buna rağmen, Dersim’de tedip (terbiye etmek) 1938 ve 39’da devam ediyor. Demek ki, asıl hedef Seyit Rıza değil. Asıl hedef Dersim’i, devletin indinde hizaya getirmek. İkincisi, genç bir yüzbaşı iken, dağda Kürtlerle savaşırken esir düşen Ragıp Gümüşpala’nın öyküsü. Olağanüstü bir öykü. Gümüşpala 20 küsur yıl sonra aynı bölgeye Üçüncü Ordu Komutanı olarak gidiyor. Esir düşen Gümüşpala’yı, savaştığı Kürtler iyileştirdikleri gibi, orduya iade ediyor. “Bizle savaşıyor, ama o da ana kuzusu, ne yapalım, ona öyle emir vermişler” duygusuyla. Aradaki insani ayrıntılar, tek başına film yapmaya değer zengin olaylarla dolu.
Dersim olaylarına dair kitaptaki ilkler neler?
- Bu belgeler ilk kez gün ışığına çıkıyor. Gerçi, bir başka kitapta bunlar üzerinde hiç yorum yapılmadan arka arkaya sıralanmış ama, burada ben o belgelerden yola çıkarak Dersim’i bugüne kadar yazılmayan biçimde anlattım. Ayrıca, Meclis’te halen bir Dilekçe Komisyonu, onun da Dersim Alt Komisyonu var. Bu yılın temmuz ayına kadar oraya verilen dilekçelerden yararlandım. Dersim tedibine giden siyasal ortamı geniş biçimde ilk kez ele aldım. 1924 Anayasası ve ondaki değişiklikler, Ceza Yasası’nın ünlü 141 ve 142. maddelerinin kabulü, her alanda Türklük vurgusunun güçlü biçimde dile getirildiği ve bunun yasal çerçevesinin çizildiği bir siyasal ortam Dersim açısından ilk kez yazılıyor. Dersim’de yaşananlar ile Türk ailelerine evlatlık olarak verilen Kürt kızlarının dramı kitapta at başı gidiyor. Galiba bu da bir ilk.
İKTİDARLAR HALKTAN KORKTUĞU İÇİN OLAYLARI GİZLER
Devlet sırrı ya da gizli belge meselesine demokrasi ve gazetecilik açısından bakışınız nedir?
- İktidarlar dünyanın her yerinde ve her döneminde kendi halklarından bazı olayları gizliyor. Bu o iktidarların korktuğu, kendilerine güven duymadığı anlamını taşıyor. Madem korkuyor, gizli kalmasını istiyor, o zaman neden yapıyor. Demokrasiyle bağdaşmayan işler. Gazetecilerin gizlilik perdesini kaldırmak üzere çalışma yapması gerektiğine inanıyorum.
74 yıl sonra karşılaştığınız gerçeklerin siyasete ve mevcut rejime bakışınıza yansımaları ne oldu?
- Demek ki, yaşadığımız bu dönemde de, neler olup bitiyor ki, iktidar bunları üstelik 75 yıl saklama gereği duyuyor. İstendiği kadar gizlensin, günün birinde bunlar açığa çıkıyor. İktidar sahipleri olaylara dar açıdan bakıyor, tarihe nasıl geçeceklerini hesaplamıyorlar. Gizlilik onları bugün için kurtarabilir ama tarihten kaçış yok.
Devletin şiddet yoluyla çözdüğü Dersim meselesine, orada yaşatılanları göz önüne aldığımızda ne diyorsunuz?
- Orada bir kıyım yaşanmış. Genç bir Cumhuriyet kurulmuş, ülkenin bir bölgesinde bunu kabul etmeyenler var. Oysa, kuranlar Cumhuriyetin üzerine haklı olarak titriyor. Ölçü epey kaçmış.
Başbakan’ın şifahi özrünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Devlet özrünün şekli nedir, nasıl olmalı?
- Gerçek özre dönüşmesi için Kürtlerin en azından kültürel haklarının tanınması gerek. “Ben özür dilerim” demek, temeldeki sorunu çözmeye yetmiyor.
BUGÜN DE OTORİTER BİR DÖNEMDEN GEÇİYORUZ
İncelediğiniz belgeler arasında çok sert ve şok edici bulup, kullanmaya çekindikleriniz oldu mu? Yani bu kitabı hazırlarken sansür uyguladınız mı?
- Hayır, olmadı. Yüzleşmemiz gerektiğine inanıyorum. Bir halkı, bir partiyi, ülkeyi yönetenleri suçlu sandalyesine oturtmak için değil, bir zihniyetle mücadele etmek için yüzleşmek gerek. O zihniyet sansürsüz sergilenmeli ki, bir daha tekrar etmesin. Bugün de otoriter bir dönemden geçiyoruz. Bunu vurgulamak gerekir, otoriter uygulamaları önleyebilmek adına.
Kitabınız için belgesel-roman ifadesini kullanıyorsunuz. Bu üslup tercihi neden?
- Anlatımı kolaylaştırmak, insanın yüreğine, beynine seslenmek açısından dramatik kurgu her zaman iyidir. “Bir kitap okudum, hayatım değişti” ifadesini çok doğru buluyorum. Okuduğunuz kitap, sizi değiştiriyorsa, ufkunuzu açıyorsa kitaptır. Roman dili bu değişime çok uygun düşüyor.
ZORLA ÇÖZÜLSEYDİ 29. İSYAN ÇIKMAZDI
Dersim’in ardından 29. Kürt isyanı olarak nitelediğiniz PKK ve Kürt sorunu, geçmiş tecrübelere bakıldığında nasıl çözülür?
- Silahla, zor kullanarak çözüleceğine inanmıyorum. İşte, ortada, zor zoru doğuruyor. Dağdaki ile bile diyalog kurmak şart. Hele de, onların siyasi temsilcilerini sürekli itmek ve suçlamak bence yanlış. Zor kullanarak çözülseydi, 29. isyana tanık olmazdık.
İncelediğiniz belgelere göre, rolü var mı yok mu tartışmaları süren Atatürk’ün, Dersim tedibinde yeri neresidir?
- Atatürk’ün bilgisi dışında olduğunu sanmıyorum. Ancak, Cumhuriyeti kuranların o Cumhuriyeti korumalarından daha doğal bir şey olamaz. Aksi, kendi evladını öldürmek olur. Mesele daha sonraki yıllarda demokrasinin işlemeyişinde yatıyor.
Kazım Paşa’nın karısı bizi dövdükçe, emir erleri ağlardı
Yalçın Doğan’ın 2012 Şubat ayında, Kartal Huzurevi’nde ziyaret ettiği Besime Telli, dönemin genelkurmay başkanı Kazım Orbay’a 7 yaşındayken evlatlık verilmiş. Telli o günleri anlatıyor:
“Mesela üstünü başını istiyor Mediha Hanım. (Kazım Paşa’nın eşi) Pembe elbisesini istiyor, biz ne biliriz pembe nedir, Türkçe bilmiyoruz ki. Bu sefer askılığı çıkartıyor, onunla dövüyor beni. Bak alnıma, işte burası, alnım onun yüzünden kırık. Dil bilmiyoruz diye dayak yiyoruz. Şefkat filan yok, ellerinden gelse boğacaklar. Bizi dışarı bırakmıyorlardı. Anneni mi arıyorsun, babanı mı der, kızardı. Bahçe duvarından dışarı baktım diye dayak attı. Ben bakıyorum, belki babamı, annemi görürüm diye. Kadın bizi dövdüğü zaman, emir erleri ağlardı. Üç kişiydiler, bunların da anaları babaları var, böyle dayak atarlarsa, ölür bunlar diyorlardı, bunu anlayabiliyorduk. Kazım Orbay kendi halindeydi, karısına kızıyordu. Kadın da kızdığı zaman kocası helaya girdiğinde, üstünden kilitliyordu. Aç kapıyı, millet beni bekliyor, ayıptır, sen beni nasıl kilitlersin derdi.. Ben çok ağlardım, anasız, babasız yaşamak çok zor. Kimse senin halini sormuyor, okşamıyor, sevmiyor. Ondan dayak ye, bundan dayak ye, ağzından burnundan kan gelsin, böyle yaşadık işte...”
Gümüşpala’ya Kürt merhemi
Çatışma bir süre sonra askerin geri çekilmesiyle sona eriyor. 38 tedibinin ilk günleri. Aşiret üyeleri mağaradan çıkıp köylerine dönerken, yerde yatan yaralı yüzbaşıyı görüyor. Aşiretin ağası Süleyman Ağa, ‘Bunu alalım, sırtlayın, burada bırakmayalım’ diyor. Demenanlar diyorlar ki; ‘Bunda rütbe var, yıldız var, niye yanımızda götürelim ki, öldürelim gitsin.’ Ağa ‘hayır’ diyor, ‘bunu götürelim, sağaltalım (iyileştirelim) bırakalım, bizim için şereftir. Bize soykırım yapıyorlar, yapsınlar, bu subaydır, emir kuludur, yazıktır götürelim.’ Yüzbaşı köyde 40 gün kalıyor, yaraları kapanıncaya kadar ona Kürtler bakıyor. Kim o yüzbaşı? Yıllar sonra Genelkurmay Başkanlığı’na atanacak Ragıp Gümüşpala. Gümüşpala 1955 yılında 3. Ordu Komutanı iken Süleyman Ağa’yı köyünde ziyaret ediyor, ikili o günün şerefine rakı içiyor.