Yollarda

Güncelleme Tarihi:

Yollarda
OluÅŸturulma Tarihi: Temmuz 28, 2012 20:16

1951 Nisanı. Amerikalı yazar Jack Kerouac, daktilosuna taktığı 36 metrelik kağıt tomarına hayatının romanını yazıyor. Nisan ayının 20 gününde tamamlanacak olan kitap daha sonra XX. yüzyılın klasikleri arasına girecek olan ve okurları Beat Kuşağı’yla tanıştıran kitap ‘On The Road’ (Yolda)...

Haberin Devamı

GENÇLERİN ZAMANI

2012’nin mayıs ayı. İster Cannes ister Paris şehrinde olun, gözlerinizi onlardan alamıyorsunuz. Nereye bakarsanız bakın her yerde bu genç insanları görüyorsunuz. Otobüslerin üzerinde, reklam panolarında, dergi kapaklarında hep aynı kişiler var. Garrett Hedlund, Kristen Stewart, Sam Riley, Kirsten Dunst ve Tom Sturridge’den kaçış yok...
Neden mi? Çünkü Angelina Jolie 37, Julia Roberts 44, Brad Pitt 48, Johnny Depp 49, Tom Cruise 50, George Clooney ise 51 yaşında. Hollywood’un büyük isimlerinin bu yaşlara geldiği düşünülürse yukarıda bahsettiğimiz 20’li yaşlardaki oyuncuların medyada neden bir filmle bu kadar ön plana çıkartıldıkları anlaşılabilir...
Uzun zamandır beklenen ‘On The Road’ filmi için romanın yazarı Kerouac, 1957 yılında Marlon Brando’ya mektup yazıp Dean Moriarty karakterini canlandırmasını istiyor. 1960’lı yıllarda romanın beyazperde haklarını satın alan Francis Ford Coppola da, daha sonra Jean-Luc Godard ve Gus Van Sant da çok istemelerine raÄŸmen ‘On The Road’u beyazperdeye uyarlayamıyorlar. Romanı sonunda beyazperdeye taşıyan Walter Salles; klasik, romantik, dokunaklı filmleriyle tanınan yetkin bir yönetmen. Brezilyalı yönetmen ‘On The Road’u Jack Kerouac’in romanına sadık kalarak beyazperdeye uyarlamış. Cannes Film Festivali’nde büyük bir ilgiyle izlenen filme gelince...Â

Haberin Devamı

ÖZGÜRLÜK RÜZGARLARI

1950’lerin Amerikasındayız. Özgürlük rüzgarları esiyor. Her şeyin mümkün olduğu günler... Genç bir yazar kendisine çeşitli, farklı dünyaların kapılarını açacak olan karizmatik, marjinal biriyle tanışıyor. İki arkadaş yollarda yeni insanlarla tanışıp, aşık oluyorlar; alkol, uyuşturucu, cinsellik ve caz müziği eşliğinde gençliklerini yaşıyorlar. Kısacası, ‘On The Road’da Amerika’da karşı kültürün doğuşunu seyrediyoruz...
Oyuncuların hepsi rollerinde başarılı. ‘Twilight’ filmleriyle tanınan Kristen Stewart bu filmle gerçek bir oyuncu olduğunu kanıtlıyor. Kirsten Dunst ve Sam Riley gösterişsiz rollerinde doğru notaları buluyor. Tom Sturridge ise Allen Ginsberg’ü canlandırdığı Carlo Marx rolünde oldukça dokunaklı.
Filmin ve kitabın kahramanı Dean Moriarty rolünde izlediğimiz Garrett Hedlund’un neden bir süredir Brad Pitt’le karşılaştırıldığını bu filmle anlıyorsunuz. Garrett’ın filmdeki ilk sahnesi seyircilere ister istemez Brad Pitt’in ‘Thelma & Louise’ filmindeki ilk sahnesini andırıyor...   Sinema eleştirmenlerinin James Dean ve Marlon Brando gibi oyuncuların performanslarıyla karşılaştırdıkları bu rolle Garrett Hedlund parlıyor.
Eric Gautier’nin kamerası uçsuz bucaksız Amerika’yı, koton ve mısır tarlalarını, açık gökyüzlerini ve nefes kesen gün batımlarını olabildiğince görkemli bir şekilde ekrana taşıyor. 100 bin kilometrelik yolda, 46 derecelik sıcaklıkta çekilmiş bu görüntüler ne kadar görkemli olsalar ve  yönetmen oyuncularını ne kadar büyük bir başarıyla yönetse de filmde bir şeyler eksik. İki saat 19 dakikalık süresiyle zaten uzun olan ‘On The Road’un daha fazla anlatacağı bir konu da yok. Jack Kerouac’in kitabındaki enerjiyi ekranda yakalamanın kolay olmadığı bir gerçek. Beyazperdede eksik olanı Jack Kerouac’in kitabındaki kelimelerde, Kerouac’in ritminde buluyoruz. ‘On The Road’ filminde eksik olan, edebiyatın ekrana tercüme edilemeyen büyüsünde gizli...

Haberin Devamı

YILAR SONRA ZÄ°RVEDE

2007 yılı, Sydney, Avustralya. Elton John bir perşembe günü geldiği Sydney’de soluğu bir plakçıda alıyor. 2007 plakçıların hâlâ açık olduğu zamanlar... Elton, aldığı albümleri otel odasına gelir gelmez dinlemeye başlıyor ve bir tanesi ilgisini çekiyor.
Avustralyalı elektronik dans ikilisi Pnau’un ’Wild Strawberries’ albümünü Elton John o kadar çok beğeniyor ki, İngiliz sanatçı hemen ertesi gün Pnau’u oluşturan Nick Littlemore ve Peter Mayes’le buluşup kahve içiyor. Elton John, daha sonra genç ikiliye bir anlaşma imzalatıp onları yanında İngiltere’ye götürüyor.
Kendi albümlerini de yapmaya devam eden Pnau, Elton’la birlikte çalışmak istediklerini söylüyorlar. Bunun üzerine Elton John ikiliye 1970-1976 yılları arasında kaydettiği bütün şarkılarının orijinal kayıtlarını veriyor. Pnau ise bu kayıtlarla sekiz şarkının yer alacağı ‘Good Morning to the Night’ albümünü yaratıyor.
Bu albümdeki 8 şarkı için Pnau, 40 Elton John şarkısından yararlanıyor. Albümün en güzel şarkılarından ‘Good Morning To The Night’ için dokuz Elton John şarkısı kullanılıyor. Albümün gözde şarkılarından ‘Sad’ ise Elton’ın bir disco şarkısından yola çıkarak yapılmış ve ‘Sorry Seems To Be The Hardest Word’ şarkısının geri vokalleri bu yeni şarkıya nakarat olmuş.
‘Good Morning To The Night’ albümünde dinlediğiniz her şarkı sanki yeni yaratılmış bir şarkı niteliğinde... Modernle klasiğin buluşmasının güzel örneklerinden biri olan bu yeni albüm aslında bir yaz albümünün ötesinde... Elton John özellikle bu yeni albümüyle genç dinleyicilere ulaştığı için çok mutlu. En son 1990 yılında İngiltere albümler listesinde 1 numaraya çıkan Elton John bu yeni, beklenmedik albümüyle 22 yıl sonra İngiltere albümler listesine 1 numaradan girdi...

FRANK OCEAN

Haberin Devamı

2011’de ‘Novacene’ şarkısıyla, geçen haftalarda da özel hayatıyla ilgili yaptığı açıklamalarla konuşulan Frank Ocean, ilk albümü ‘Channel Orange’la şimdi de bütün müzik dünyasının dilinde.  R&B/Hip Hop türünde sadece bu yıl değil, son yıllarda yapılan en iyi ve en iddialı albüm olduğu söylenen ‘Channel Orange’ın 2013’te En İyi Albüm dalında Grammy ödülü adaylığına kesin gözüyle bakmak gerekiyor. Albümde yer alan müzisyenler arasında Pharrell Williams, André 3000, John Mayer  (‘White’ ve ‘Pyramids’ şarkısında gitar solo) ve Lalah Hathaway var.
Albümü dinleyen müzikseverler bu anın çok özel olduğunu ve bu albümü sadece çocuklarına değil, torunlarına da çalacaklarını söylüyorlar. Frank Ocean hayranlarının çoğu, müzisyeni büyük bir aşkla seviyor. Büyük bir ticari başarı göstermesi beklenmeyen ‘Orange Channel’ hem Amerika, hem de İngiltere listelerine 2 numaradan girerek müzik endüstrisini de oldukça şaşırttı. Marvin Gaye, Stevie Wonder ve Prince kadar önemli bir müzisyen olduğu konuşulan Frank Ocean’ın albümünden ilk olarak yaklaşık 10 dakika süren ‘Pyramids’, ‘Lost’ ve ‘Bad Religion’ adlı şarkıları dinleyin...

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!