Yoksa, “ünlü” mü oldun?

Güncelleme Tarihi:

Yoksa, “ünlü” mü oldun
Oluşturulma Tarihi: Mart 23, 2014 07:36

Reality şovlar, global olarak yükselen, sevilen bir format olarak son yıllarda Türkiye TV’lerine de damgasını vurdu. Acun Ilıcalı’dan Esra Erol’a, şu sıralar “medyatik-ünlü” kategorisinin tepesine yerleşenlerin birçoğu bizzat bu formatla ünlenmekle kalmayıp, “en güvenilen kişiler” listesindekilerini çoğunluğunu teşkil ediyor.

Haberin Devamı

Birbirini tamamlayan üç unsur önemli bir yer tutuyor reality şov formatının sağladığı “olanakların” ardında. İlk olarak, kamusal alanda “ün” sahibi olabilmek ve bunun sinerjisiyle bazı “kazançlar” (mesleki anlamda yeni işlerden, daha “inanılır” bir kişiliğe sahip olmaya uzanan) edinmekten söz edilebilir. İkincisi, “sıradan” bir dünyadan çıkıp, “sıradışı” bir dünyaya adım atabilmek, kişiliklerin “sergilenebildiği” bir “gösteri dünyasının” bir mensubu olabilmek amaçlanabilir. Ve böylece, üçüncü ve son unsur da şekillenmiş olur: toplumsal statüde üst basamaklara tırmanıp “köşeyi dönebilir”, sınıf atlayabilirsiniz.

Reality şovların ekran başındakileri kolayca etkileyebilmesinin ardında bir “denkliğin” yattığını da söylememiz gerekiyor. Sokaktaki insanı ekrana taşıdığınızda, izleyiciyi de ekrana taşımış oluyorsunuz. Böylece, bir “eşdeğerler” dünyasında kurulan bir “diyalog” sağlanmış oluyor. Ekranda kurulan “hakikat” ile izleyenin hakikatı kolayca karşılaştırabiliyor. Bu nedenle, bir süredir, “reality şov” sözcüğünün Türkçede “hakikat gösterisi” olarak kullanılması gerektiğini düşünüyor ve böyle de yazıyorum. Çünkü, ekranda gördüğümüz insanların “ikili” bir anlatısı sergileniyor bu şovlarda. İlk olarak, aktüel kameranın çektiği görüntülerde “kahramanlarımızı” diğerleriyle beraber görüyor, davranışlarını, konuşmalarını izliyoruz. Böylece bir tür “belgesele” dönüşüyor programlar. Öte yandan, tek başlarına kameraya konuşan kahramanlarımız, “hakikî” hislerini de anlatıyorlar şovun bir başka bölümünde. Hakikatın bir “gösteriye” dönüştüğü an tam da bu! Ekran başındakilerine en sevdiği, ekranda gördüklerini “yargılayabildikleri”, ekrana çık(a)masalar da (şovu izleme durumunda olduklarından bir tür “iktidar” kaybı yaşadıkları ortada) örneğin oylama yoluyla alaşağı edebilecekleri bildikleri bir “karşı-iktidar” imkânı!

Böyle bir çerçeveden bakınca “Survivor Ünlüler-Gönüllüler 2014” hem öncekilere benziyor, hem de ciddî farklar içeriyor. Öncelikle, şu gerçeğin altını çizmemiz gerekiyor. Survivor, reality şov denen formatın en “safkan” program türlerinden biri. Bireylerin geçici ittifaklar yapsalar da sonunda yapayalnız kalmalarını amaçalayan, “bireysel” başarıyı temel alan, bunun koşullarını sağlayan, özellikle fiziksel gücün sınandığı bir hakikat gösterisi. Fakat fark ediyordunuz ki, bugüne değin Türkiye’de yapılan “uyarlamalarda” fiziksel güç, en azından tüm yarışmacılar için pek de önemsenmiyor, esas seçim kriteri olmuyordu. Hâlbuki, bu yılın survivor’unda fiziksel kapasitenin çok daha önemli bir seçim kriteri olduğu aşikâr. Böylece, global formatla daha benzer bir durum ilk kez sağlanmış durumda. Tabii ki iş katılımcıların ekrandaki davranışlarına gelince, Türkiye kültürü buram buram yine ekranı kaplıyor, “yerellik” anında zuhur ediyor, “hakikat gösterisi” bildik minvalde devam ediyor.

Bakmayın şova ismini veren ünlüler, gönüllüler ayrımına, çoğunluğu hayatının bir döneminde “ün”e yaklaşmış, dokunmuş “yarı-ünlülerden” oluşan bir grupla karşı karşıyayız. Örneğin Turabi, hayatını dövüş sporlarıyla idame ettiren, ayrıca daha önceden de bir başka reality şova (Yetenek Sizsiniz) çıkmış biri. Yine, gönüllerden Berna da Yetenek Sizsiniz’den Survivor’a transfer olmuş. Ünlülerin bir kısmı ise, ekrandan çok, kendi spor (atletizm, voleybol gibi) aktivitelerinde ünlenmişler. Tabii ki, Tolga Karel, İsmail Baki ya da Ahmet Dursun gibi uzunca bir süredir “ünlüler âleminde” yer alanlar da var ama, bu isimlerin artık ünlerinin zirvesinde olduğunu söylemek hiç kolay değil. Herkesin önü açık! Ünlere ün katılabilir ya da aniden ünlü olunabilir. Yukardaki üç unsuru tekrar düşünürsek, ünün sağlayacağı kazançların yanısıra, kaybetmenin (şovdan “erken” ayrılmak gibi) yaşatacağı da hüsran ortada. Bu nedenle, çoğu zaman hem sahte bir “dayanışmacılık” söylemine saklanarak kendi bireyliklerini parlatmak, hem de diğerlerinden olumlu anlamda ayrışmak istiyorlar. Neden dayanışmacı görünmek istiyorlar? Çünkü, ülkede rağbet gören haslet bu! Peki, neden “sahte”? Cevabını şovu izleyince görüyorsunuz. İşler iyi gidince öne çıkan, kötü gidince paramparça olan bir söylem de onun için. Hâlbuki, toplumsal hayatta dayanışmacılık işler iyi gitmeyince ortaya çıkması gereken bir haslettir, bir yardımlaşma, imece ritüelidir. Temeli “bireysellik” olan bir yarışmada böyle bir şeyin olması tabii ki ham bir hayal ama, yarışmacılarımız kendilerini Türkiye toplumunun önem verdiği değerlerle tanımlamak istiyorlar. En ahlaklı, en dürüst, en “hakikî” her zaman onlar. Kameranın karşısına geçince fikirlerini söylemeye, yani, kendi hakikatlarını anlatmaya başlıyorlar ve sosyologlara bolca malzeme veriyorlar. Örneğin Turabi, cinsiyet ayrımcılığı yapmayı kendine iş edinmiş. Erkek-egemen söylem nasıl kurulur, nasıl dile gelirin canlı bir örneği. Aşağılamak için erkek yarışmacılardan “kızlar” diye söz ediyor, yanındaki “kız” arkadaşı da espriyi pek beğeniyor, kıkırdıyor. Adaya giderken yanına ne alırsın diye sorsalarmış, üç adet, “erkek gibi erkek” alırmış! Tabii ki, ilk hafta en çok SMS’i Turabi alıyor! Şaşırdınız mı?

Diğer marazî bir durum yarışmaların kazanıldığı ya da kaybedildiği anlarda ortaya çıkıyor. Sevinirken ya da üzülürken “ergenlikten” kurtulamamış bir kültürün evlatlarıyız! Kazanıyorlar, mutlaka karşı takımdan birilerine “kapak” oluyor. Hatta, o birilerinin camiasına! Geçen hafta duyduk, bir kadın yarışmacı, bir diğerini yenince, yenilenin camiasına (voleybol!) pek manidâr bir “selam” gönderdi. Kaybedince, mutlaka bağırıyorlar. Aralarındaki yaş ve cinsiyet farklarına göre, birbirlerine “hükmetme” hakkı tarif buluyor. Sus, sen benden onbeş yaş küçüksün! Anlıyoruz ki, erkekler her daim kadınlardan üstün, yaşlılar da gençlerden. Bu durumda Ertunga en avantajlı durumda, o da zaten durumu kavramış, “ağır abi” olarak takılıyor.

Survivor’un olmazsa olmazı olan, bireylik durumuna gelince üç erkek hemen fark ediliyor, kendilerini gruplarından bodoslama kopararak. Bunlardan ilki ve hemen fark edileni Turabi. Kendini kafadan şampiyon ilan ettiği açık, ne kendine bir yoldaş arıyor, neden diğerleriyle eşit bir ilişkiye giriyor. Kazanınca, en abartılı hareketler onda, yenilince suratı sirke satıyor. Sürekli, erkeklik üstünden diğer erkek yarışmacılarla atışıyor (“babası” olarak bellediği Ertunga hariç), erzağını bile ayırıp ayrı yiyor. İkinci “süper-birey”, kimseye sormadan kendini grubunun antrenörü ilan eden Ahmet Dursun, taktikleri o veriyor, kaybetmeye müdanası yok, herkes onun “oyuncusu”. En eğlenceli bireylik hâli, ne yalan söyleyeyim, Tolga Karel’inki. O zaten “ünlü” olduğu için, belli ki kendisine saygı gösterilmesini bekliyor, “ağır abi” modunda takılıyor. Geçen hafta gruba hükmetmeye çalıştı, kavga etti ama olmadı. O da ne yaptır? Adadan ayrılıp, on kulaç ötedeki bir başka adacığa ilhak etti! Ama yemeklere gelmeyi ihmal etmiyor, kendini, kendine “sürgün” bir “kahraman” olarak ilan etmiş vaziyette. Bu bireylik hâllerinden ne olur, kim kazanır, kim ünlenir beni hiç ilgilendirmiyor aslında. Fakat gördüğüm manzara hazin, en marazî hâliyle erkek-egemen kültürün ekranda yeniden üretilmesinden başka bir şey değil. Bu yarışmayı kazananların kazanacağı ünden çok, bu kültürün yaratacağı hüsrana dikkat çekmek istiyorum.

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!