Yok yok ülke!Yazının ilk bölümü bir öykü gibi algılanabilir. Metin, okura böyle bir olanak saÄŸlıyor. Hatta bu algılar birbirinden farklı da olabilir.

Güncelleme Tarihi:

Yok yok ülkeYazının ilk bölümü bir öykü gibi algılanabilir. Metin, okura böyle bir olanak sağlıyor. Hatta bu algılar birbirinden farklı da olabilir.
OluÅŸturulma Tarihi: Mart 10, 2000 00:00

Yok yok ülke!Yazının ilk bölümü bir öykü gibi algılanabilir. Metin, okura böyle bir olanak saÄŸlıyor. Hatta bu algılar birbirinden farklı da olabilir. Bu cümlelerden sonra metni okuyan okur, benim postmodernist okurun önünü olabildiÄŸince açtığımı da düşünebilir. Ancak buradaki italik yazılmış bu birkaç satır bile böyle bir niyetim olmadığını da gösteriyor. Birazdan okurun algısına bal gibi müdahale edeceÄŸim. Yazı iki bölümden oluÅŸuyor. Ä°lk kısım dediÄŸim gibi bir anlatı. Ä°kinci kısımsa bu anlatının dipnotlarından oluÅŸuyor. Okura ilk önce ilk bölümün tamamını ara vermeden okumasını, sonra ikinci bölüme geçmesini öneriyorum. Dipnot numaralarına göre iki bölüm arasında gidip gelmeler, okurla yazar arasındaki iletiÅŸimi aksatabilir. Şüphesiz ikinci bölüm tek başına da bir yazı olabilirdi. Okurla iliÅŸkiyi daha çok birinci bölümün saÄŸladığına inanıyorum. Dipnotları kesinlikle okuru aptal yerine koymak için yazmadım. Ayrıca birinci bölüm için baÅŸka dipnotların da yazılma olasılığı var. En azından böyle bir olasılık benimle bu yazıyı okuyanlar arasında haksız bir iletiÅŸimi ortadan kaldırıyor. Belki de bu ukalaca deÄŸininin yazıdan sonra olmalıydı. Ama hayır, okur da yazar gibi yazıyla mümkün olabildiÄŸince az alışveriÅŸe girmeli. Bu yazı, en fazla yazıldığı süre içinde okunmalı belki de.I."o yer"Cumhuriyet caddesini geçiyordu baÅŸbakanın arabası, bütün trafik durdurulmuÅŸtu. Az sonra hükümet meydanında halka hitap edecekti. Yolun bir denizin içinden geçtiÄŸini düşündü politikacı. Mavi önlüklü yüzlerce çocuk kağıt bayrakları sallıyordu. BaÅŸbakan, az sonra hükümet meydanına gelecek ve hükümet binasından seslenecekti kalabalığa. Araba durdu. Askerler kapıyı açtılar. Ä°terek indirdiler onu aÅŸağıya. Gözlükleri burnunun ucuna kadar düşmüştü. Bahçeye baktı. YeÅŸil bir deniz gibi dedi. Dalgasız, düzenli bir deniz. Açık renk yeÅŸiller mahkumlar olmalıydı. Onları birbirlerinden ayıran koyu renk yeÅŸillerse askerler. Ä°ki uzun boylu, azman denilebilecek askerin eÅŸliÄŸinde kapıya doÄŸru yürürken birazdan gireceÄŸi binaya baktı. Dikdörtgendi, önünde bir bayrak direÄŸi. Kapıdan girince uzun bir koridorla karşılaÅŸtı. Sınıfı koridorun en sonundakiydi. Sabahları çok uykulu olduÄŸu zaman sınıfı karıştırdığı da olurdu. Bütün kapılar aynıydı ama karıştırmamak imkansızdı. Kapıyı çalıp içeri girdi. Öğretmen bir vapur gibiydi. Mavi bir denizin üstünde yüzen şık bir vapur gibi, numarasını sordu ona. "123! Komutanım" geç dedi komutan, üniformayı alıp sıraya geçti, ilerde sabah sporu yapan takıma bakıp, bu yeÅŸil denizde bir damla da ben olacağım diye düşündü. Sonra gözü koÄŸuÅŸ binasına takıldı. Ä°lerde eve benzeyen binalar, eve benzemiyorlardı, evdi onlar: lojmanlar. KoÄŸuÅŸun içindeki ranzaların yerleÅŸimi de binaların hapishane içindeki yerleÅŸimi gibiydi aslında. Filmlerde gördüğü kadarıyla yatakların duvarlara dik deÄŸil de paralel ÅŸekilde yerleÅŸtirilmesi gerekiyordu. Öyle olsaydı ortada koÄŸuÅŸta yaÅŸayanlara kamusal bir yaÅŸam alanı da bırakılırdı. Konuyu hapishane müdürüne söylediÄŸinde "saçma" dedi müdür ne gerek var, sporsa voleybol sahası var, yemekse yemekhane. Yemekhaneden çıkarken düşündüklerini Aslı'ya da söylemek istedi. Aynı dersleri dinliyorlardı, aynı sıralarda oturup aynı giysileri giyiyorlardı üstelik aynı yemekleri yiyorlardı. Aynada neden farklıydılar öyleyse. Aslı yeterli cevabı vermeyince bu sefer öğretmenine sordu soruyu. Aynı akÅŸam raftan dosyasını indiriyordu vapur: deniz kirleniyordu galiba. Dosyayı açtı. "Ama size verdiÄŸimiz ilaçları almadığınızı yazmış buraya hemÅŸireler, iyileÅŸmek istemiyor musunuz?" KoÄŸuÅŸun kendisini çok sıktığını söyledi doktora. Hergün konuÅŸtuÄŸu doktor aynısı mıydı, bilmiyordu bunu, kafasını kaldıramayacak kadar bitkin olduÄŸundan konuÅŸtuklarını yüzünü göremiyordu. Sanki beyaz önlükler konuÅŸuyordu. "Ä°yileÅŸmek istemiyor musunuz?" "Ama burada herkes hasta" demek istedi, pencereden bir aÄŸaç görünse belki yaÅŸamayı hatırlayabilirdi ama lojmanların balkonlarında sarkan beyaz önlükler... "Sizi tekrar eski hayatınıza döndürmek bizim görevimiz". Tekrar akıllı insanlar olana kadar burada kalacaklardı. Birarada yaÅŸayan bu kadar "suçlu" kimden öğrenecek peki akıllı, uslu, vatana millete yararlı olmayı. Sabah erkenden kalkıyor yemekhaneye gidip sıraya giriyorlardı. "Sıraya girsene teyze" diye azarladı yaÅŸlı bir kadını hemÅŸire. Sıra ona geldiÄŸinde, "numaranı soruyorum kadın, adını deÄŸil" diye yırtınıyordu bir baÅŸkası, kadınsa ısrarla adını tekrarlıyordu: Zeynep! "Zeynep oÄŸlu deÄŸil salak, babanın adını söyleyeceksin". "Piç misin lan sen, babanın adını söylesene." YeÅŸil bir damla ayrılıyordu iÅŸte denizden, fırtınada kayaya vuran dalgalardan kumsala düşen bir damla. Onun arkasından bakarken düşündü, düşünemeden emretti onbaşı, yattı, devam etmek istedi ama olmadı bu sefer kalktı. Sözlüye kalkmayı sevmezdi, parmağını da kaldırmazdı. "Ä°lk önce kendini tanıt bize" dedi öğretmen. "Ä°lkönce kendini tanıt" dedi beyaz gömlek, siyah kravat. Işık yüzüne vuruyordu, soru soran yüzleri göremiyordu. "Bu vatana millete arkanı dönmeye utanmıyor musun?" dedi mavi gömlek, lacivert kravat. Kravatlar nereyi iÅŸaret ediyor, kravatlar bir ok iÅŸaretiydi. Ä°ÅŸaretlere uymuyorsun dedi servis ÅŸoförüne. Adam hiç cevap vermedi. Arkadan ince bir ses geldi " Atatürk caddesinde inecek var". Acı bir fren sesi. Ambulans siren sesiyle sinyal vermesine raÄŸmen hastanenin kapısı henüz açılmamıştı. Hastayı sedyeyle indirirken acil servis doktoru kendinde olup olmadığını öğrenmek için soruyordu: "adınız ne, beni duyuyor musunuz bayan." Bayan, belki de o anda heyecanlı genç doktorun arkasından geçen tıp öğrencilerini kastederek beyaz bir nehirden bahsetti. Doktor kararını vermiÅŸti bile, "beyin cerrahiye götürün bunu". "Götürün bunu", basit iki kelimeydi ama sık sık duyuyordu iÅŸte. Yemekhanede kavga çıkarttığında hücreleri kastediyordu gardiyan, koÄŸuÅŸ aÄŸası tuvaleti kastederdi, müdür ise bir kez söyledi bu iki kelimeyi. Ä°ÅŸte bir baÅŸka ÅŸehre gidiyordu. Kalabalık trafikten anlaşıldığı kadarıyla gelmiÅŸlerdi bile. Tel örgülü küçük camdan bir levha gördü: 50. Yıl Caddesi. HerÅŸey ne kadar yeni diye düşündü, oysa bu ÅŸehir en az 500 yıldır vardı. "Åžehirlerin tarihi olmaz! Ä°nsanların tarihi olmaz.! Milletlerin tarihi vardır" diye bağırıyordu tarih öğretmeni, oysa annesinin verdiÄŸi ÅŸemsiyeyi kullanmayı düşünüyordu, adamın salyaların kurtulmak için. "Kurtulmak için bizimle beraber sizde emek vermelisiniz" diyordu. Hala bir aÄŸaç olsa belki diye düşünüyordu o, bir aÄŸaç olsa yapabilirim bunu. Dosyasını açtılar. Sabıkan kabarık dedi yeni müdürü. "Ne bekliyordun, karşında saf bir ilkokul çocuÄŸu yok" diye küstahça cevapladı. Müdür, bir doktor gibi ellerini yeleÄŸinin ceplerine sokup umursamaz bir tavırla, "Burada bütün hastalar iyileÅŸir, memleketin insana ihtiyacı var, hayvana deÄŸil !" dedi ve -içimizden geçtiÄŸi gibi- "götürün bunu". "Ölmüş bir adamın iki gün boyunca nasıl farkına varmazsınız anlamıyorum" diye bağırıyordu profesör. Siyah bir nehri gördü sınıfın penceresinden. "Siyah bir nehir akıyor" dedi, öğretmen aptalca dedi çocuÄŸun benzetmesine "bir cenaze alayı o!". Alayın bulunduÄŸu kışlanın önünden de geçti siyah nehir. KoÄŸuÅŸun penceresinden görüldüklerinde durmuÅŸlardı çoktan. Siyah bir deniz diye düşündü demir parmaklıkların arasından bakarken. Sadece ölümün mü tek rengi vardı? II. "o yer"in altından notlarÃœtopya gerçekleÅŸti mi? Sorumuz bu. Ulus Baker, Mimarlık dergisi için yapılan bir söyleÅŸide: " Ãœtopya gerçekten 19. Yüzyılda kaybolur, çünkü gerçekleÅŸir, modern devlet yapısı budur, modern toplum strüktürü, yapısı budur; yani gerçekleÅŸmiÅŸ ütopyadır." diyor.( "Gündelik Hayat", Hasan Ãœnal NalbantoÄŸlu, Ulus Baker, Murat UluÄŸ, Kenan Güvenç, Kasım 1996, s:272, ss.37) Aslında gerçekleÅŸen ütopya elbette sosyalist olanı deÄŸildir. Ama More'un ütopyası, Platon'un Devlet'i - Mina Urgan, Edebiyatta Ãœtopya Kavramı ve Thomas More (Adam Yayınları, Ä°stanbul, 1994) adlı kitabında bu ikisi arasındaki farkları sıralayarak More'un Platon'dan etkilenmediÄŸini söylese de, biz de zaten bunu iddia ettiÄŸimizden deÄŸil, Platon'un Devlet'inin de bir ütopya olabileceÄŸi olasılığından kalkarak onu anıyoruz, anacağız- ya da Orwell'ın 1984'ü ve Zamyatyin'in Biz'i gerçekleÅŸmiÅŸ görünüyor. Tamam kabul edelim ki Platon'un Devlet'ini bu anti-ütopyalarla bir anmalıydık belki de. Aslında ben More'un totaliter bir yanı olduÄŸunu düşünüyorum. Ãœstelik bunu yalnızca ben de düşünmüyorum. Bülent Somay, Zamyatin'in "Biz"ine yazdığı önsözde "Rusya'dan kaçan dindar bir aydın olan Nicholas Berdyaev"in bir sözünü aktarıyor: "ütopya her zaman totaliterdir, totaliterlik her zaman ütopyacıdır."( Yevgeni Zamyatyin, Biz, Ayrıntı Yayınları, Ä°stanbul, 1988, s.10) More, karısını bile kendisi eÄŸitir. Ä°yi soydan ama cahil bir köylü karısına, iyi dostu Erasmus'a göre More istediÄŸi ÅŸekli verir.( Thomas More, Ãœtopya, çev: Sabahattin EyuboÄŸlu, Vedat Günyol, Cem Yayınları, Ä°stanbul, 1997,s.8) More'un yokülkesinde öğrenciler, mahkumlar, askerler deÄŸil, yurttaÅŸların hepsi tektip giysiler giyer. "Bütün adalılar bir örnek giyinirler. Yalnız kadınlarla erkeÄŸin, bekarla evlinin kılıkları deÄŸiÅŸirler."( Aynı kitap,s.73) Osmanlı'da da bu tür ayrımlar vardı. Dul, bakire, evli, bunu kadınların kuÅŸak renklerinden anlayabilirdiniz. Yukarıdaki metinde tektip elbiselerin üç dört örneÄŸiyle karşılaşıyoruz. Öğrenciler, mahkumlar, askerler, doktorlar. Bu dört yapıdaki kurumsal yapıyı düşündüğünüz zaman More'un mutlu Ãœtopyası'nda insanlar neden aynı giysileri giyiyorlar, aynı giysileri giyiyorlarsa neden mutlular diye düşünüyor insan. Tektip giysi totaliter olan bütün kurumların birinci aracıdır. Dinler, kendi adamlarını tektip giysilere mahkum ettiÄŸi(hahamları, papazları ve imamları düşünelim) gibi müminlerini de buna teÅŸvik eder. Konu dağılmadan siyah giyenlerin konumlarına bakınca bir zamanlar okullarda neden öğretmenlere deÄŸil de öğrencilere siyah önlük giydirildiÄŸi ilginç bir soru olmalı. Siyahların diÄŸerlerini de sayalım : hakimler ve hakemler. Zamyatin'in anlattığı Tek Devlet'in mavi üniformalı vatandaÅŸları da kiÅŸisel yürüyüşlerini bile Tek Devlet Marşı eÅŸliÄŸinde dörtlü sıra halinde yaparlar. (Zamyatin, Biz, s.15)More'un Ãœtopyası'nda insanlar kendi evlerinde yemek yemezler. Bu yasak deÄŸildir ama halkın yemek yemesi için yapılan yerlerdeki menü çok daha çekicidir. Öğle ve akÅŸam yemeklerinin borusu ötünce bu "bütün aÅŸağılık, zahmetli ve ağır iÅŸlerin" kölelerce görüldüğü halkevlerinde toplanan halk bir törene katılıyor gibidir. Erkekler duvar kenarına, kadınlar onların karşılarına otururlar. "...rahiple eÅŸi ÅŸeref yerinde, syphogarant ( 30 ailenin seçtiÄŸi lider) ile karısının yanında otururlar. Onların her iki yanında gençler, gençlerin yanında da yaÅŸlılar oturur." Bu oturum düzeninden bizim bir anlam çıkarmamamıza gerek yok, More söylüyor çünkü: "Sofra düzeni gençlerin yersiz davranışlarını önlemek içindir."( More, Ãœtopya, s.83-85) Abartıp, aslında bizlerin de bugün hemen hemen aynı saatlerde yemeÄŸe oturduÄŸumuzu, mesai saatlerine göre oluÅŸmuÅŸ bir zaman anlayışı için de yemek vakitlerinin de hemen hemen aynı olduÄŸunu söylemeyeceÄŸim. Ama düşününce bütün ülke olmasa bile çoÄŸunun, ÅŸehir ÅŸehir farklı vakitlerde olsa bile aynı saat dilimi içinde sofraya oturduÄŸu "kutsal"bir ayı hatırlayalım. Siyahlar içindeki imamın sesiyle bütün ÅŸehir aynı anda baÅŸlamıyor mu yemeÄŸe. "Her sabah milyonlarca kiÅŸi, mutlaka aynı saatte ve aynı anda tek bir beden gibi uyanırız. Milyonlarca kiÅŸi aynı anda iÅŸe baÅŸlar, yine milyonlarca kiÅŸi uyum içinde iÅŸi bitiririz. Tek bir bedene takılmış milyonlarca el, milyonlarca kafa, Zaman tablosunun düzenlediÄŸi biçimde, aynı anda kaşıklarımızı aÄŸzımıza götürürüz. (Zamyatin, Biz, s.19)Artık hepimizin numaraları var. Okul numarası, sicil numarası, kimlik numarası. GirdiÄŸimiz sıralarda da numara alıyoruz. Hepimiz eÅŸitiz. Hasan, Ahmet, Coni olmamızın hiçbir deÄŸeri yok. Bizim gibi 'Biz'in kahramanının da adı yoktur: "Ben D-503, Ä°ntegral'in yapımcısı- Tek Devlet'in matematikçilerinden sadece bir tanesiyim"(s.13). Ä°ktidar bizden kendimizi tanıtmamızı istiyor: Ben Hakan Kaynar, Agora'nın yazarlarından sadece bir tanesiyim!Orwell'in kahramanı Winston'ın iÅŸi de yazarlarınkine, daha çok tarih yazıcısılarınınkine çok benziyor aslında. Winston kamuoyunun belleÄŸini deÄŸiÅŸtirir. Ãœlkesi, A ülkesi ile savaÅŸtayken arÅŸivdeki bütün yayınlarda düşman ülkenin B olduÄŸu yazmaktadır. Olur da B ülkesi ile barış yapılırsa Winston düşmanı A diye deÄŸiÅŸtirir. Sadece "Milletlerin tarihi vardır" diye salya sümük tarih öğretmeni A'ların B'lerin karışmamasını saÄŸlar. Platon da gençleri tek bir kalıba sokmak için devlet tarafından verilen tek tip eÄŸitimi Ä°deal Devlet'ine yakıştırır.(Eski Yunanda Siyaset Felsefesi, Mehmet Ali AÄŸaoÄŸulları, Verso, 1987, Ankara, s.177) Aslında günümüzün bütün gazetecileri Winston'la meslektaÅŸtır. Daha iki yıl önce Kardak kayalıklarına bayrak dikenler geçen yıl Suriye sınırındaydılar. Bu aralar iç mihrakların isimlerinde bazı deÄŸiÅŸiklikler yapılıyor. Metinde geçen cadde isimlerine dikkat edelim. Cadde, sokak isimleri bir ÅŸehrin, ÅŸehir ve köy isimleri bir toplumun belleÄŸidir belki de. Bugün bir ÅŸehir olsa olsa 76 yıllık bir hafızaya sahip. Ä°stanbul'u bir kenara koyalım, Türkiye'nin bütün ÅŸehirleri 76 yaşındadır. GeçmiÅŸi hatırlatan herÅŸey ÅŸehirden silinip gitmemiÅŸ midir? Yoksa mimarlar da mı Winston'un meslektaşı?Bugün nereye gidersek gidelim aynı isimli caddelerden, aynı isimli meydanlara ulaşıyoruz. 'Ãœyopya'da bütün ÅŸehirler birbirine benzer. Birini gezmek yeterlidir diyor More. "54 ÅŸehrin hepsi aynı plan gereÄŸi kurulmuÅŸtur ve hepsinde bölge özelliklerine göre biçimlenen aynı devlet yapıları vardır.(s.62) Mimarlık Dergisi'nde yapılan sohbete tekrar kulak misafiri olalım. "..bütün Ãœtopyalar ÅŸehrin yapısı üzerine otururlar. Ä°ki saat kentin yollarını, onların nasıl bir kent merkezinde birleÅŸeceklerini, bu merkeze neyin yerleÅŸtirileceÄŸini tartışırlar. Sanki Ãœtopya'nın olanağı mimari bir düzenlemeye baÄŸlanmaktadır"(Ulus Baker, s.35) Aslında sadec Ãœtopyaların olanağı deÄŸil bütün devlet düzenlerinin olanağı mimari düzenlemeye dayandırılmaktadır. Romalıların dikdörtgen bir yapıya sahip, surlarla çevrili olan düzenli ÅŸehirleri vardı, bunun ÅŸehirlilerin düzenli yaÅŸamaları ve düzene itaat etmeleri için bir araç olduÄŸuna inanıyorlardı. More'un birbirine benzeyen ÅŸehirleri ise baÅŸka bir ÅŸeye araçlık ederler: Ãœtopyanın insanları gezmeye ihtiyaç duymayacaklar, çalışmayı tercih etmek zorunda kalacaklardır.( K.Bumin, Demokrasi Arayışındaki Kent, Ayrıntı Yay, 1990, Ä°stanbul, ss.33)Platon'un Ä°deal, Zamyatin'in Tek Devlet'i ile More'un Ãœtopyası arasında baÅŸka bir benzerlik ÅŸehirleri çevreleyen duvardır. Aslında bu üçünün de birer kent devleti olduÄŸunu söylemek yanlış olmaz. Platon'un Ä°deal devleti denizden yani ticaretten uzak yüksek surlar arasındayken More'un Ãœtopyası bir ada ülkesi olmasına raÄŸmen ÅŸehirleri tıpkı Ä°deal Devlet'te olduÄŸu gibi yüksek surların arasındadır. Zamyatin'de Tek Devlet'i çevreleyen bir YeÅŸil Duvar'dan bahseder. Ama onun dışında Ãœtopya ÅŸehirlerinde olduÄŸu gibi hastanelere kapatılan hastalar deÄŸil anormaller vardır. "Zaten anormalik ve hastalık aynı ÅŸeydir". (Zamyatin, Biz, s.93) Evet, sadece ölümün tek rengi vardır. Ölüm kadar duraÄŸan olan herÅŸeyin tek rengi vardır. Yine de gökkuÅŸağının renklerine ulaÅŸmak için gerçekleÅŸmese bile Ãœtopyaya ihtiyacımız var. "EÅŸitlikçi ve bir bolluk dolu toplum el erimi yakınımızda" (Henri Lefebvre, YaÅŸamla SöyleÅŸi, Belge Yay, Ä°stanbul, 1995)Ãœtopya bunu hatırlatıyor bize. Sadece hayal edebilmek bile umutlandırıyor beni.Rengarenk bir denizde balık gibiyim!HaKan KAYNAR10 Mart 2000, Cuma Â
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!