Yine mi masa başındasın?

Güncelleme Tarihi:

Yine mi masa başındasın
Oluşturulma Tarihi: Aralık 04, 1999 00:00

Haberin Devamı

Farklı kökenlerden ve hayatlardan gelen sekiz kadın, yazar olmayı tartıştı.

Biri Osmanlı paşazadelerinin bolca olduğu aristokrat bir aileden geliyor. Diğeri okula babasından gizli olarak annesi tarafından gönderilmiş, devrimci kocasından yıllarca dayak yemiş bir solcu. Bir başkası eski operacı. Güneydoğuda doğup yaşamanın hayatına kattığı tüm acıları, aykırı bir kadın olmakla göğüslemeye çalışan bir Diyarbakırlı da aralarında; yazarlarla dolu bir ailenin Sorbonne'da okuyan kızı da. Ve bir başkası Köy Enstitüleri bilinciyle yetişmiş, yılların eğitimcisi... Çok farklı yerlerden gelmiş görünseler de ortak

bir noktaları var. Onlar Türkiye'nin yazar kadınları. Geçtiğimiz hafta İstanbul Haliç'teki Kadın Eserleri Kütüphanesi'nde, okurlarıyla birlikte bir atölye çalışması yaptılar ve Türkiye'de kadın yazar olmanın ne anlama geldiğini konuştular. Genç kuşak yazarlardan Müge İplikçi ve Ümran Kartal'ın organize ettiği çalışmada, ortaya birbirinden hem çok farklı, hem de tıpkısının aynısı öyküler çıktı. Tabii bu arada, gerek sevgili/koca, gerek yazar/okur ve özellikle yayıncı olarak erkeklerin bol bol kulakları çınladı.

İNCİ ARAL

Galiba yazarım

O yazar olduğuna daha yeni karar vermiş; son zamanlarda daha fazla röportaj önerisi gelince! Oysa uzun yıllar kendini marangozdan, ayakkabıcıdan farklı görmemiş. ‘‘Ben de sözcüklerin ustasıyım’’ diye düşünmüş. Hele yerleri silerken, duvar boyarken, pazar torbalarını taşırken yazar olduğu hiç mi hiç aklıma gelmemiş. Yazmadığı zaman, niye yazamıyorum diye bir şey problem de yaşamamış. Söyleyecek sözüm yok. diye düşünmüş. Mesela son birbuçuk yıldır yazmıyor ve 'kadınlık' günlerini yaşıyor. Bu da çok muhteşem bir şey, ona göre: Bir evle uğraşmak, havluları düzgün bir şekilde dolaba sıralamak, sabun kokusu duymak... Öyle ki kendi evi bittiğinde oğlunun evine gidiyor!

‘‘Birşey’’ yapmak istediği, ama bunun ne olduğunu bilmediği bir zaman, iki oğlunu eşine bırakmış ve ayrılmış. Sonradan ortaya çıkmış, yapmak istediği şeyin yazmak olduğu. Şimdi kadınların, ya geç evlenerek ya da evlenip herşeyi yoluna koyduktan sonra yazmaya başladığını düşünüyor. Hepsini birden yapabilen az örnek var çünkü... Yazmaya başladığında net bir politik bakışı yokmuş. Ama Gazi Eğitim'de öğretmenlik yaparken, her sustuğunda sınıfın iki ayrı tarafında oturan sağcılar ve solcuların diş gıcırtılarını duyarmış. Zamanla ‘‘neyin ne olduğunu’’ kavradığını ve Maraş'a ‘‘meraktan’’ gittiğini söylüyor. Kahramanmaraş olaylarını anlattığı ‘‘Kıran Resimleri’’, bu merakın bir ürünü. ‘‘Ölü Erkek Kuşlar’’ da öyle; bir aşk romanı gibi, ama yazarına göre arka planda 12 Eylül var. O şimdi, kadın olarak yazmayı, görmezlikten gelinmeyi, aile sorunlarını aşmış; ‘‘yazarlık huzuru’’ yaşıyor. Kadın yazar denmesinden de nefret ediyor. Çünkü ona göre o yazar!

SUZAN SAMANCI

Korku ve başkaldırı

Sarışın, modern giyimli bir Kürt kadını. Diyarbakır doğumlu. Babası köyünün ilk okuyup öğretmen olan insanı. Ama öğretmenlik yapması, Türkiye'nin çeşitli yerlerinde sürgün hayatı yaşamak anlamına geldiği için, bu yıllardan kızı da fazlasıyla almış nasibini. Sürekli Kürtleri aşağılayan atasözleri duyup, şivesi bozuk diye dışlandığından, çocukluğundan en net olarak Nevşehirliler gibi konuşmaya çalışmasını hatırlıyor. Bir de gizli gizli günlük tuttuğunu. Gençlik yılları ise Diyarbakır'da, yaşıtı hemcinsleri kadınlığını bastırıp parka giyerken Simone de Beauvoir okuyup kendi olmaya çalışmakla geçmiş.

Sonrası, komşuların garip bakmalarına, erkeklerin ‘‘böyle hırslara kapılma’’ uyarılarına kulak asmama günleri... Çocuğu uyuduğunda bütün işleri bırakıp, okuyup yazmalar. Kendi imkanlarıyla bastırdığı ilk kitabı ‘‘Eriyip Gidiyor Gecede’’, daha çok geleneksel kadın olmakla, çağdaş kadın olmak arasındaki gelgitleri anlatıyor. Aslında doğduğu ve yaşadığı yerde olan biteni anlatmak istiyor; ama korkuyor. Çünkü sıkıyönetime doğmuş ve hálá sıkıyönetim var. Herkes gergin, ağıtlar yakılıyor, akşam beşten sonra kimse sokağa çıkmıyor, köşe başlarında silahlı timler, ürperti... Hem bunlardan; hem de bunları yazarken politik tuzaklara düşmekten korkuyor.

Sonra insanı başkaldırıya iten nedenler olduğuna karar veriyor ve kendi başkaldırısını edebiyatla yapmaya çalışıyor. Kitaplarının fonunda acılı bir bölgenin insanları olsa da estetik kaygının ağırlıkta olduğu meslektaşlarının gözünden kaçmıyor: Böyle zor bir ortamda yaşarken bile estetik kaygı olmalı mı? ‘‘Evet’’ diyor. ‘‘Edebiyat direkt olarak insan ruhuna hitap eder. Duyguların örgütlenme biçimidir, akıl biraz geri planda kalmalı.’’ İnci Aral'ın, yazarken o bölgenin sorunlarını yeterince yansıtmadığı eleştirisine de cevabı şu: Son kitabını yayıncılar basmıyor!

Ayten Mutlu

İntiharın eşiğinden

Söz sırası kendisine gelene kadar yazar kimliğiyle nasıl tanıştığını düşünüyor; bir köyde buluyor kendini. İlkokuldan sonra babasının zoruyla kuran kursu, iki kez hatim indirme, sokakta ne zaman formalı bir öğrenci görse kendini yerlere atarak ağlama, sonra cesur annesi tarafından gizlice okula yazdırılması... Kasabaya ‘terfi’ ettiklerinde, bir yerel gazetede her gün örülmüş saçlı fotoğrafıyla yarım sayfayı dolduran, şiir yarışmalarında hep ilk üçü alan liseli kız artık.

Sonra hayatı boyunca üstlendiği roller geliyor aklına: köy/kasaba kızı, silahlı külahlı devrimci, evlilik ve ev kadınlığı, bankacı olarak devlet memurluğu, boşanmış kadın! Şimdilerde ‘‘emekli’’ kimliğiyle boğuşurken, taa çocukluğundan bu yana onu hiç bırakmayan vefalı bir dostu olduğunu düşünüyor: Yazmak. İlk gençlikte pohpohlamalarla karşılanan, sonra kocası tarafından küçümsendiği için uzun bir ara verilen yazma eylemi. Sabahlara kadar kafası duvarlara vurularak süren, hálá kırık izlerini taşıdığı evliliği bittiğinde; bu kez karda düştüğü için kırılan bir yerleri nedeniyle evde üç gün aç kaldığında; intiharlara kalkıştığında eline geçen bir kitap. Aldığı ödüllerden biri: Ömer Hayyam'dan Rubailer. İnanılmaz birşey, tıpkı hayat gibi, o kitap çekip çıkarıyor onu bunalımdan. Şiir yazmaya başlıyor, başlayış o başlayış...

Şimdi, içine girdiği ‘‘erkek egemen’’ şiir ortamında, önce kadın olarak görülmekten, zamanla ürettikleriyle ‘‘kabul edilmekten’’, ama yine de ‘‘kadınların şair olamadığını’’ dinlemekten bıkkın. Bu yüzden, Dünya Şair Kadınlar Antolojisi'ni çeviriyor şu günlerde. Dünyanın ilk şairinin bir kral kızı, rahibe olduğunu öğrendiği, bu kadının milattan bilmem kaç yıl önce, ‘‘Söyle o aydaki şarkıcı yankıya/tekrarlasın benim şarkımı sana’’ dediğini, yüzlerine fırlatmak istediği erkekler var. Ve kadınlara bir sözü: Şiir kadının diline en yatkın araç, yazmaktan korkmayın.

PINAR KÜR

Dünyaya ve yazmaya küs

Yazarlığı ondan habersiz çıkmış ortaya. Daha okuma yazma bilmeden! Çünkü annesi, kendisi de önemli bir yazar olan İsmet Kür, her ‘‘Anne sana bir şiir söyleyeceğim’’ dediğinde, başından savacağına oturup yazmış şiirlerini. Yetinmemiş, kalkıp bir de Doğan Kardeş'e göndermiş. İlk şiiri Dalgalar yayımlandığında dört yaşındaymış. İlk kitabı ‘‘Yarın Yarın’’ın erkek karakteri Selim'i o. Bir erkek olarak yazması hep soru olarak çıkıyor karşısına. O ise şöyle düşünüyor: ‘‘Bu acaba Tolstoy'a soruldu mu, sen nereden kalkıyorsun da bir kadının kalbini bu kadar açıyorsun, diye? Onlara sorulmaz, çünkü onlar biliyor!’’ Türk edebiyatında da erkekler yıllarca, kadınları sadece kendi gördükleri, görmek istedikleri gibi anlatmadılar mı? Mesela Reşat Nuri, o zavallı Çalıkuşu'nu, bütün Anadolu'da dolaştırıp, evlendirip, ama bakire bırakmadı mı, Kamuran'a temiz dönsün diye? Şimdilerde kadın yazarların daha çok okunmasını, erkeklerin kadınları artık anlamaya çalışmalarına bağlıyor; ‘‘Çünkü adam tanımamış, ne anasını, ne karısını, okuyup öğrenmek istiyor.’’

Neyse... Artık çocukluğundan itibaren kendisinden beklenen birşey olduğundan mıdır nedir, yazmayı düşünmediği dönem olmadığını söylüyor Pınar Kür. Ama yazmadığı dönemler olmuş. Son dönem, şimdi. Yazmaya küs şu sıralar; dünyayla küs olduğu için; bu kadar çirkinlik olduğu için. Yazar olmak zaten zor, Türkiye'de yazar olmak daha da zor, Türkiye'de kadın yazar olmak ise en zoru olduğu için.

Tansu Bele

Annesi kızıyor

Onun yazarlığını keşfetmesi, kadınlığını keşfetmesiyle birlikte olmuş. Paşa dedelerin bolca olduğu köklü İstanbul ailesinde kendisine verilen role, ‘‘cici kız’’lığa isyanla başlamış hayatı. Erkekler güzel diye peşinde koşarken ‘‘Benim aklım yok mu?’’ diye sorarmış hep. Şansı, ona kız çocuğu muamelesi yapmayan tek kişi, babasıymış; kitap okumayı, edebiyatı onunla öğrenmiş. Kurtuluşu kitap okumakta bulmuş, sonradan da yazmakta... 68 olayları sırasında, mitinglerde neden hep erkeklerin önde olduğunu soran; Deniz Gezmişler'i seven ama aynı zamanda da maço bulan genç kız.

‘‘Dengi dengine’’ bir aileden olan kocasıyla anlı şanlı düğünleri, onun kendini sorgulamasını engellememiş. ‘‘Ben kadınlığımı seviyorum, çocuk seviyorum, ev seviyorum, aşk, cinsellik seviyorum. Ama adam bana aşk vermiyor. Benden yemek yapmamı bekliyor. Ben aşksız cinsellik istemiyorum. O zaman anladım ki, ben kadınlığımı ruhumda, bedenimde yaşadığımda kafam yerine geliyor. O zaman yazmak kafamı zorluyor. Kapımı çalıyor.’’ 50 yaşında, Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi'nde master yapmaya başlıyor. Bitirme tezinin konusu, Erkek Yazınında Kadın. Çocukken yazdığı şiirleri, öyküleri saklarmış, annesi 87 yaşında, hálá kızıyor ona, yazar oldu diye.

PERİHAN ERGUN

Torun bakmayınca

O ise Kuvayı Milliye'ye şehitler vermiş bir ailenin, Türkiye'nin ilk sendika kurucularından olan bir kadının kızı. Yavru Türkler, Afacanlar, Cahit Uçuklar, Köy Enstitüleri devrinde büyümüş. Üniversitede Ahmet Hamdi Tanpınar'ın asistanı; ondan ‘‘çok renklendiriyorsun dünyayı, yaz’’ sözünü duymuş biri. Ama Bedri Rahmi, Yahya Kemal gibileri karşısında görüp dinleyince cesaret edememiş pek. Küçük küçük yazılar, izlenimler yazarken, daha çok araştırmaya yönelmiş ama uzun süre değil. Neden? ‘‘Eş baskısıyla asistanlıktan ayrılıp, çocuk yaptığı için!’’ Ama aynı okuldan eşini mezun etmeyi bilmiş; onun tezini de yazarak... İki kez mezun olmuş yani. Sonrasında kocasının karşı çıkmasına rağmen, öğretmenliğe başlayışı var. Kocasından ayrılamayışının nedeni, eh koskoca emniyet müdürü, silahı alıp kapıya dayanmış, bir de üç oğlu çıkmışlar karşısına. ‘‘Sonra hastalandı ve kaybettim. Aslında şair ruhluydu, Nazım'ı ezbere bilirdi, yüreği iyi ama muamelesi iyi değildi adamın.’’ İşte o gittikten sonra yazabilmiş kitaplarını. Ama belli ki oğulları hálá karşısında, belki ‘‘torun bakmadığı’’ için, yazarlığını, ‘‘Ne o, yine mi masa başındasın!’’ diye karşılıyorlar.

MÜGE İPLİKÇİ

Artık kazanalım

Genç bir kadın yazar olmayı, engebeli bir arazide (Ki bu Türkiye) her gün ölmeye, her gün dirilmeye benzetiyor. ‘‘Bu bozuk, çarpık düzene kadın ve göreceli anlamda bir genç, çiçeği burnunda bir yazar olarak sunabileceğim tek yanıt yazmaktır’’ diyor: ‘‘Bana öyle geliyor ki genç arkadaşlar, önceki kuşaklar ve okurlarla daha çok bir araya gelir, birbirimize karşı daha dürüst ve içten olabilirsek, aldığımız derin yaraları hafifletebilir ve sorunlarımızı yöneltmek istediklerimize doğru daha keskinleştirebilir ve netleştirebiliriz. Bizleri oradan oraya savuran her yaptırımın, her daim kazanmasından bıktım artık.’’

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!