Güncelleme Tarihi:
Acıyı bal eyledik demiş ya şair... Acılardan yepyeni bir ömür yaratmış Fatoş Güney de... Hüznün iyi edemediği yaralarını sabırla tedavi etmiş ve dimdik ayakta kalmayı başarmış...
Yılmaz Güney gibi bir efsaneyi sırtında taşımak ya da onun gölgesinde yaşamak...
Önündeki bu iki alternatife de yüz vermemiş...
Yılmaz Güney ile paylaştığı onca yılda “biriktirdiklerini” kendi kişiliğinde öylesine sentezlemiş ki, bu sentez onun umuda
yolculuğunda hep yanında olmuş.
Moda Deniz Kulübü’ndeki Beatles hayranı, hippiliğe özenen bu burjuva kızının “başka alemlerin delikanlısı” ile tanışıp, sıkı bir sosyaliste dönüşmesinin öyküsünü gelin onun ağzından dinleyelim...
* Varlıklı bir ailenin güzeller güzeli kızı olarak başlayan hayatının ilk kısmı “Pamuk Prenses” masalı gibi. Geriye baktığında yaşadıklarını hangi masala benzetiyorsun?
- “Bir varmış bir yokmuş, bir Fatoş ile Yılmaz varmış, birlikte Kaf Dağı’nın tüm engellerini aşmışlar ama yine de kavuşamamışlar” diye bittiğine göre Pamuk Prenses’ten çok yerli bir masalı andırıyor herhalde... Evet, masalların gerçek olduğu bir hayatı yaşadık biz.
* Bu öyküyü “yaşayan kahramanından” dinleme zamanı...
- Olmak istemediğim tek şeye; Masalcı Nine’ye benzerim o zaman... Doğrusunu istersen hatıralarımla yaşamıyorum. Geçmişimle, kendimle, Yılmaz Güney’le iç içe geçmiş bir hayatla övünmeyi sevmiyorum. Ama çoğu zaman çaresiz kalıp filmi yeniden başa sarıyorum. Kimi zaman da bıkıyor, sıkılıyor; kaçmak, yok olmak istiyorum. Aytmatov’un romanındaki Gülsarı misali...
* “Kurtul zincirlerinden Gülsarı” diyorsun ama olmuyor anlaşılan. Gerçekten de insanın yolu Yılmaz Güney gibi biriyle kesişmişse, hayatı hiçbir zaman eskisi gibi olmaz, değil mi?
- Doğru... Yaşamım, Yılmaz’dan önce (Y.Ö.) ve Yılmaz’dan sonra (Y.S.) şeklinde ikiye ayrılır. Aslında o da benim için aynı şeyi söylerdi; Fatoş’tan önce (F.Ö.), Fatoş’tan sonra (F.S.) derdi.
* Kısaca birbirinizin miladı olmuşsunuz. O zaman gel Y.Ö.’den başlayalım...
- Moda’daki Beatles Kulübü’ne üyeydim. Siyah dik yaka kazak, bluejean giyerdik forma gibi. Kotlar mutlaka Amerikan pazarından alınırdı. Ve tabii hippilerin felsefesine yakındık; savaşma seviş, özgürlük, çiçek, böcek...
* Sen “Çiçek çocuğum” diyorsun, peki ailen ne diyordu?
- Tanrı’nın dünyadaki şanslı kullarından biri olmalıyım ki, leylekler beni varlıklı, saygın, sevgi dolu bir ailenin kucağına bırakmışlar. Babam Türkiye’nin ilk sanayicilerindendi. Arnavut kökenli, geleneksel, yozlaşmamış, son derece dürüst bir ailem vardı. Yabancı sermayeye karşı da direnmişler...
* Hani şu milli burjuva dediklerinden...
- Tam üstüne basmış olursun. Yılmaz da ailemi hep filmleştirmek isterdi zaten. Vaniköy’de nişasta, glikoz, mısırözü yağı üretilen bir fabrikamız vardı. Ama günlük hayatlarında hiçbir şeyin aşırısına kaçmadan yaşayan bir aile... Moda’da sade bir hayat süren fabrikatör Süleymangil Ailesi...
BEBEK SEMTİ
DEDEM ARİFİ PAŞA’NINMIŞ
* Senin sade dediğine “Lüküs Hayat” diyenler de çıkacaktır...
- Sadece Moda’da değil, Vaniköy’deki eski Recaizâde Ekrem’in yalısında da kalırdık. Fabrikanın laboratuvarıydı orası. Yazları Moda’dan oraya gider; babaannem, halalarım, amcalarım, yeğenlerimle hep beraber kalırdık.
* Aile “o günün saraylısı” yani...
- Yedi göbek İstanbullu derler ya, aynen öyle. Sülalemizde paşalardan geçilmezmiş. Fatih Sultan Mehmet’in sancaktarlığına kadar dayanıyor köklerimiz.
* Allah bilir İstanbul’un yarısı da onlarındır?
- Hemen hemen... Mesela Bebek, paşa dedelerimden biri olan Arifi Paşa’nınmış.
* Paşazade dedeleriniz neyle iştigal ederlermiş?
- Annemin dedesi İsmaili Paşa, son padişah Vahideddin’in doktoruymuş. Aynı zamanda meclisin ilk mebuslarından ve Hilal-i Ahmer’in (Kızılay) kurucularından.
* Peki ya valide sultan?
- Kolejde okumuş, güzel, modern, neşeli ve mutlu bir annem var. Babam da öyle yakışıklı ve kibar bir beyefendiydi ki kız arkadaşlarımın çoğu ona aşıktı.
* Bu anlattıkların Osmanlı terbiyesiyle büyüdüğünün işareti gibi...
- Anneannem keman, piyano ve ud çalardı. Fransızca konuşan, asil ruhlu bir Osmanlı ve İstanbul hanımefendisiydi. Ben onun terbiyesiyle büyüdüm. Çocukluğum, büyük bir aşkla örülmüş ipek kozası içinde geçti diyebilirim. Ama hayat kimsenin anası babası değilmiş, sonradan canımı çok yaktı.
* İlkokula gidince kozadan çıkabildi mi ipek böceği?
- Yavaş yavaş... Marmara Koleji’nde okudum ilkokulu. Sonra yabancı okulların imtihanlarına girdim. Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ni kazanmama rağmen isteğimle İtalyan Katolik Rahibeler okulunu seçtim.
* Haydaaa! O yaşta bir çocuk neden ruhuna eziyet etmek ister ki?
- Bilmem, sanırım rahibelerin hayatı ve felsefeleri bana ilginç geliyordu. Çünkü onlar yaşamın, sabır ve fedakârlıktan ibaret olduğunu aşılamak istiyorlardı.
* Ama bir Rahibe Teresa olamadın sonuçta...
- Ama sonraki yaşamımda çok faydasını gördüm. O dönemler isyan da etmedim değil. İsyanımı göstermek için okulun içindeki kilisenin çanlarını çalar kaçardım.
* Rahibeliği seçtin ama karşındakiler rahip değil neticede. Yolunu gözleyen, mektup yazan, ayaklarına çiçek dökenler yok muydu?
- Ne yalan söyleyeyim, vardı... Çiçek veren hayranlarım çoğunluktaydı ama ben hep başka şeyler arıyor gibiydim. Bunun ne olduğunu da bilmiyordum aslında. Bildiğim tek şey hayatımdan memnun olmadığımdı.
NEFES ALDIKÇA YILMAZ'IN ELİNİ BIRAKMAYACAĞIM
* Juliette, Romeo’suyla nasıl tanıştı?
- İlk kez arkadaşımla gittiğimiz film setinde karşılaştık Yılmaz’la. Benden yaşça büyüktü ve en çok dikkatimi çeken gözlerindeki derin hüzün oldu.
* Gidip sormuşsundur hemen o hüznün nedenini...
- Sormaz olur muyum? Sordum ve aynen şöyle cevap verdi Yılmaz: “Çünkü ben dünyaya öyle bakıyorum, acı ve çaresizlik içindeki insanları görüyorum. Gözlerimin önünde her an bir çocuk ölüyor sanki.”
* Tam da Yılmaz’dan beklenen cevap...
- O konuşurken üzerimde mini bir etek, gözlerimde de kocaman gözlükler var, düşün... “Eğer gözündeki şu pembe camlı gözlükleri çıkarırsan, sen de o çocukları görebilirsin” dedi bana. Sonra elini tutmamı istedi. “Bundan sonraki hayatımda seninle birlikte olmalıyım. İçinde bulunduğum girdaptan beni ancak sen kurtarabilirsin” dedi.
* Buna yıldırım aşkı derler... Peki sen ne düşündün o anda?
- Heyecandan hiçbir şey düşünemedim ki... Ama tuhaf bir hisse kapılmıştım, sanki karşımdaki adam bundan sonra hayatımın her anında olacaktı. Zaten bunları “Selimiye Mektupları” kitabında da “Benim serseri hayatım seninle son buldu. Sen beni hayata bağlayan en güzel köprüsün. Köprülerin en güzelisin” cümleleriyle anlattı.
* Ama gelini köprüden geçirmek için 1,5 yıl uğraşmış...
- (Gülümsüyor) Muş’ta askerliğini yapıyordu. Terhis olmasına 1,5 yıl vardı. Bana sürekli mektup yazdı... Mektuplarda hayatını, yaşadıklarını ve gerçekleştirmek istediği hayallerini anlattı. Sanki geçmişinin günahlarını çıkarıyordu.
* Şu mektuplardan birini versen de yayınlasak diyorum!
- Belki ileride... Henüz hiçbirini yayınlamadım.
* Hep toz pembe mi yaşadınız bu sevdayı?
- Yaşandı tabii. O tazı diye ben de eti yumuşak, ödlek ördek hiç olmadım. Ama sonunda bana gerçekten ihtiyacı olduğuna inandığımda o pembe camlı gözlüklerimi kırıp attım, elini tuttum ve bir daha da hiç bırakmadım.
* İyi ki de öyle yapmışsın...
- Çok büyük çaresizlikler yaşadık... Acılar, ayrılıklar, özlemler paylaştık. Anlayacağın, Kaf Dağı’nı aştık.
* “Bizi ölüm bile ayıramadı” diyebilir misin?
- Hem de tüm gönlümle... Nefes aldığım sürece Yılmaz’ın elini bırakmam.
* Sık sık mezarını ziyaret ediyor musun?
- Yok, pek gitmem. Çünkü o, hayatın her alanında var olmaya devam ediyor. 40 yıl önce söyledikleri bugün Türkiye’nin gündemini belirliyor.
BENİ MERDİVENLERDE SIRTINDA TAŞIRDI
* Yılmaz Güney iyi bir koca olabildi mi?
- Bence oldu. Beni merdivenlerde sırtında taşırdı. Çiçeksiz, hediyesiz eve gelmezdi. “Şu aptal kocanı seviyor musun?” diye etrafımda dört dönerdi. Karısına yemekler pişirip yediren, bulaşık yıkayıp 40 çeşit meze yapan, İmralı’da hapisteyken bile ayrı geçirdiğimiz evliliğimizin her günü için 3180 adet çakıltaşı toplayan bir adam nasıl kötü koca olur ki?
* Bu büyük aşkı anlatan bir şarkı var mıydı?
- Evet vardı, Sympathy! Hatta evde dans etmeyi de çok severdik. Bir de saz çalıp türkü söylerdi bana; “Kız senin adın Fadime mi, Fatma mı, dudakların bal olmuş şeker ilen katma mı?” diye...
* Sen böyle anlatıyorsun ama Yılmaz Güney’i kavgacı, lümpen, agresif, dayakçı diye suçlayanlar da var...
- Pardon ama ben öyle birini tanımıyorum! Karınca ezmez bir adamdı benimkisi. Söylediklerime ister inanın ister inanmayın, umurumda değil. Yılmaz, oğlunun beşiğini sallarken türkü söyleyip ağlayan bir babaydı. Ölüm döşeğindeki köpeğimizin başında sabaha kadar nöbet tutmuş, onu hayata yeniden döndürmek için ağzına süt damlatan, kedilere ağlayıp, kuşların yasını tutan bir adamdı.
BU ADAMDAN BENİM FABRİKADA 100 TANE VAR
* Kendini “Çirkin Kral”ın “Güzel Prensesi” olarak mı görüyordun?
- Asla! Benim için ne o kraldı, ne de ben prensestim. Biz birlikte savaşacaktık, dünyadaki tüm krallıkları yıkıp devrim yapacaktık!
* Damat namzeti hem “çirkin” hem “sabıkalı”... Beraberliğinizi duyduklarında ailenin tepkisi ne oldu?
- Önce karşı çıktılar. Bir röportajında Yılmaz, “Kayınpederimin yerinde olsam, ben de kızımı Yılmaz Güney’e vermezdim” demişti. Ama onu tanıyınca, çok büyük saygı ve hayranlık beslediler. Aralarında fazla yaş farkı olmamasına karşın, onlar odaya girdiğinde Yılmaz daima ayağa kalkar, ceketinin önünü iliklerdi.
* Baban, Yılmaz’ın resmini görünce “Bundan benim fabrikada 100 tane var” demiş...
- (Gülüyor) Doğrudur, bir mecmuadan kesip başucuma astığım Yılmaz’ın resmini ilk gördüğünde verdiği tepkiydi o. Aslına bakarsan bu tanım tam da Yılmaz’ı anlatır. Halkın içinden, emeğin bağrından çıkmış gelmiş, Çukurova’nın dikenleri arasındaki pamuk beyazı yumuşaklığından, saflığından ibaret bir kişilikti o.
* Bir şey fark ettim laf ne zaman Yılmaz’a gelse, senin edebi kişiliğin öne çıkıyor...
- O farklıydı. Temizliği ve bozulmamışlığı temsil ederdi. Yeşilçam denen parıltılı alemin ardındaki pisliklere karşı gösterdiği tepki, aşklarındaki rahatsızlıkları ile bir türlü uzlaşmayı kabul etmediği çelişkiler yumağıydı.
* Ve çok yalnız bir adamdı galiba...
- Hem de nasıl... Kendine ve ilişkilerine verdiği zararın hesaplaşması içinde boğulmuştu. Zaten bu yüzden çıkış arayan, hep yanlış anlaşılan, daha doğrusu anlaşılamayan, karmaşık bir psikoloji içinde yapayalnız bir adamdı.
"KARISINI ARTİST YAPTI" DEDİRTMEZDİ KİMSEYE
* Seni niye Yılmaz’ın hiçbir filminde göremedik?
- Oyuncu olmam ikimizin de aklının ucundan bile geçmedi. Kimse üstüne alınıp kusura bakmasın ama özellikle o zamanlar artist kızlara iyi gözle bakılmazdı. Burjuva aile kızlarının artist olması ise imkansızdı. Zaten aile yapım, aldığım kültür buna müsaade etmezdi.
* Ben Yılmaz Güney açısından sormuştum!
- Yılmaz da kendine asla “Karısını artist yaptı” dedirtmezdi. 33 yaşında yalnız kalıp oğlumla birlikte Türkiye’ye döndüğümde birçok oyunculuk teklifi aldık. Hatta hayatımızı dizi yapmak isteyenler de oldu. Ama oğlum da ben de Yılmaz Güney ismini kullanarak, o kaygan ve kaypak ortamlara girmek istemedik.
* Artistliği anladım da, kamera arkasında çalışmayı düşünmedin mi hiç?
- Yılmaz’ın Fransa’da çektiği “Duvar” filminde asistanlığını yaptım zaten. Benim için bir sonraki adımın yönetmenlik olacağını söylemişti. Eğer yaşasaydı bu gerçekleşebilirdi. Üzerimdeki gölgesi öylesine görkemliydi ki “Ben nasıl sinema yapabilirim?” diye korktum, cesaret edemedim.
* Yönetmenlik yolundaki tek engelin Yılmaz’ın ölümü müydü?
- Dediğim gibi kendimi övmekten hoşlanmam ama zeki bir kadınım, birçok dalda da yetenekliyim. Üzerinde yoğunlaştığım işleri başarırım. Yılmaz da, ona yazdığım mektuplardan yola çıkarak, iyi bir romancı olabileceğimi söylerdi her zaman.
RAKİBİM KADINLAR DEĞİL SİNEMAYDI
* Gelelim kadınlara... Tabii daha çok da “Yılmaz’ın kadınları”na... Film çevirdiği kızları kıskanmaz mıydın?
- Değil film çevirdiği kadınları kıskanmak, başka hiçbir kadına yan gözle bakacağını bile düşünmedim. Çünkü dünyanın en çekici kadını bile benim rakibim olamazmış gibi hissettirirdi. Ama kıskandığım ve asla yenemeyeceğim tek bir rakibim vardı, o da sinema!
* Bir nevi sinemanın kuması olmuşsun yani...
- Türkiye’den ayrılırken vedalaşıyorduk; bana “Eğer ölürsem bil ki benim için hayatta önemli üç şey var: Sinema, sen ve oğlum” demişti. Sinema onun yaşam biçimiydi ve bizden bile daha önce geliyordu. En büyük sevdası ve silahıydı.
* Peki ya Yılmaz seni kıskanır mıydı?
- Kıskançtı ama asla kompleksli değildi. Kendine güvendiği için beni serbest bırakırdı. Mesela evlendikten sonra da mini etek giymeye devam ettim.
O ADAM SAPINA KADAR SUÇSUZ VE HAKLIYDI
* Şimdi geriye bakıp “Bizimkisi bir aşk hikayesi, siyah-beyaz film gibi biraz” diyor musun?
- O şarkıyı çok seviyorum ama bizimki aşkın bile sınırlarını aşan, çok daha yükseklere çıkan bir hikayeydi. Çünkü aşk uçucudur, geçicidir, daldan dala konar. Sırası gelmişken şunu da belirteyim, bizimle ilgili yorumlar yapmaya kalkışanların haddini aşar bu mevzu...
* Kızma hemen... Elinde sihirli bir değnek olsaydı geçmişinde en çok neyi değiştirmek isterdi Fatoş Güney?
- Geçmişime hiç dokunmazdım. Biz her şeye rağmen mutlu yaşadık. Geriye baktığım zaman bir eş, bir anne, bir cicianne, bir yoldaş ve sade bir yurttaş olarak üzerime düşen ve hatta düşmeyen şeyleri bile fazlasıyla yaptığımı görüyorum. Yani kapı gibi diplomalarım var. Hepsi de yıldızlı 10.
* Yine de şu sihirli değneği ille bir yere dokundur desem...
- Yılmaz’a yapılan haksızlıklara ve karalamalara dokundurmak isterdim.
* Peki o dönemde, kendini “bir suçluya yardım ve yataklık etmiş” gibi hissettin mi hiç?
- Şüphesiz “bir suçluya yardım ve yataklık”tan yargılanabilirim. Oğlumuz bile bizi yargılayabilir. Mesela bana “Neden ben senin karnındayken, Mahir Çayan’ları saklandıkları evden alıp çıkardınız? Sonra da babamla birlikte onları evinizin çatısında sakladınız? Yakalansalardı teslim olmayacaklarını biliyordunuz. Benim hayatımı ne hakla tehlikeye attınız?” diye sorabilir.
* Ne cevap verirsin?
- Dur daha bitmedi; cehennem zebanileri bana “Düşüncelerinden ve yazdıklarından ötürü 100 yıl cezaya çarptırılmış bir adamın cezaevinden kaçmasına yardım ettin” diyebilirler. Yine aynı zebaniler “Yüzünü bile görmediği, tanımadığı bir adamın ölümüne neden oldu ve sen onun yanındaydın” da diyebilirler. Ya da “O bir komünistti, bölücüydü, ne işi vardı senin gibi birisinin onunla” diye suçlayabilirler.
* Geçen bunca yıl kızgınlıklarını alıp götürememiş hâlâ...
- Nasıl götürsün... O adam, sapına kadar suçsuz, sapına kadar masum ve haklıydı. Ve her zaman gerçekleri söyledi. Bugün tarih onu doğruluyor. Türkiye, onun 40 sene önce söylediklerini bugün ancak konuşup tartışıyor. Tayyip Erdoğan “Bu ülkenin otoriteleri Yılmaz Güney’in filmlerine kulak vermiş olsalardı, Türkiye bugün çok farklı bir yerde olabilirdi” dedi. Bu da bana yeter.
KENAN EVREN BİR HALK DÜŞMANIDIR
* Yılmaz’ın vatandaşlığa geri alınma çağrısını reddettin... Peki mezarının Türkiye’ye getirilmesini ister misin?
- Hayır, onun mezarının Türkiye’ye getirilmesini istemiyorum. Vatandaşlıktan çıkarılması da umurumda değil. Zaten ona bunu yapanlar, bugün kendileri yargı önündeler.
* Evet, 12 Eylül’ün bütün mimarları bugün yargılanıyor...
- Yılmaz ölümünden önce Kenan Evren’e mektup yazıp onun bir halk düşmanı olduğunu söylemek istedi. Ama buna fırsatı olmadı. Evren’in benim gözümdeki yeri de aynen Yılmaz’ın söylediği gibidir.
YILMAZ GÖMÜLÜRKEN HİÇBİR DİNİ RİTÜELE UYULMADI
* “Kafamda hep bir kuşku var, sanki onu bilerek, isteyerek hastalığın pençesinde bıraktılar” derken Yılmaz’ın öldürüldüğünü mü ima ediyorsun?
- Kafamdakiler kuşku değil. Hapisteyken defalarca hastaneye yatırıldı Yılmaz. Ama her seferinde tedavi edilemeden geri yollandı. Üstelik bir defasında “Dişin mi ağrıyor, istersen 32’sini birden çekelim” diyerek dalga geçtiler. Bunu yapan da bir başhekim.
* Hipokrat’ın kemikleri sızlıyor. Kaçmasın diye de zincirle karyolaya bağlarlarmış galiba...
- Maalesef. Bunu Yılmaz’ı karyolaya bağlayan jandarma komutanlarına ve “Tedavi edilmeyip öldü” denmesin diye kaçmasına göz yumanlara sormak gerek. Ama bunlar derin işler!
* Yılmaz Güney’i bu kadar erken kaybedeceğin hiç aklına gelmiş miydi?
- Hayır gelmemişti. Fransız doktorlar ilk kez “çok az vaktinin kaldığını” söyleyince çıldırdım, “Nedir bu çektiğimiz Tanrım” diye avaz avaz bağırdım.
* Vedadan önce neler yaşandı?
- Son üç gün komadaydı zaten ama derin uykuya dalmadan önce oğlunu görmek istedi ve “Fatoş galiba kötü şeyler olacak, beni bağışla” dedi. Öleceğine inanmadığım için “Oğlumun üzerine yemin ederim, sana bir şey olmayacak” dedim ama ardından komaya girdi. O zamanın cumhurbaşkanı Mitterand’ı aradım. “Uçak hazır, tedavi için Amerika, Rusya neresini istersen oraya yollarım” dedi ama (gözleri doldu, konuşamadı)...
* Hangi dini kurallara göre gömüldü?
- Yılmaz gömülürken hiçbir dini ritüele uyulmadı.
YILMAZ'LA TANIŞMASAYDIM YİNE ÖYLE OLURDUM
* Senin gibi bir prensesi solcu ve sosyalist yapan Yılmaz mıydı?
- Benim özgürlükçü inançlarımın veya ideallerimin Yılmaz’la bir bağlantısı yok. Yılmaz’a rastlamasaydım da o günlerde mutlaka öğrenci olaylarına katılır, yıllarca hapis yatardım.
* Bugün senin gözünden nasıl görünüyor Türkiye?
- Ortadoğu’daki Sünni-Şii çatışmalarına, despot iktidarlara karşı ayaklanan Müslüman-Arap ülkelere model gösterilen, demokrasi yolunda gelişmeler yaşayan yarı demokratik, dinamik bir ülke.
* Bu işler konuşmakla olmuyor, siyasete girmeyi düşünüyor musun?
- Sadece konuşmuyorum, Halkların Demokratik Partisi’nde meclis üyesiyim bu yüzden. Henüz izleme aşamasındayım ama siyasete girmeyi artık düşünüyorum.
SELİMİYE CEZAEVİ'NDE TABUT HÜCREYE KONDUM
* Mahir Çayan ve arkadaşlarını evinizde sakladığınız günü anlatsana bize biraz...
- Mahirler, Deniz Gezmiş’in asılmasını engellemek için İsrail başkonsolosu Elrom’u kaçırdıkları zaman altı aylık hamileydim. Konsolos ölünce, bizimkiler ellerinde silahlarla evin tavan arasında saklandılar. Sonra askerler evi bastı. Her yeri aradılar ama yatak odamızdan yukarı açılan kapağı görmediler.
* Ya o kapağı görselerdi ne yaşanırdı?
- Teslim olmayacaklardı. Çatışma çıkacaktı yani. Çocuğum o gece benimle birlikte, çıkan çatışmada ölebilirdi. Neyse ki olmadı.
* Millet ana karnındaki çocuğuna Bach, Mozart dinletirken sen neler yaşamışsın... Mahir’in yanında o gece kimler vardı?
- Hüseyin Cevahir ve Oktay Etiman...
* Bu gecenin bedeli ne oldu?
- Yılmaz’a yataklık suçundan iki yıl verdiler. Ardından beni de tutukladılar. Selimiye Cezaevi’nde tabut hücreye koydular. Dikine duran bir tabut düşün. Oturmak istediğinde dizlerin duvara değiyor, oturamıyorsun...
* Cezaevinden nasıl çıktın?
- Sorguda Oktay Etiman’a “Evinde saklandığın kadın bu mu?” diye sorduklarında, gördüğü o kadar işkenceye rağmen “Hayır o değildi” dedi ve ben serbest kaldım.
* Yoksa bu Oktay Etiman senin yıllar sonra aşk yaşadığın Oktay Bey mi?
- Evet ta kendisi... İlk kez bizim eve saklandıkları gün görmüştüm. Daha sonra 1992’de yeniden Oktay’a rastladım ve yedi yıl süren bir birlikteliğimiz oldu.
* Bir başka arkadaşın da Kendal Nezan Bey...
- Evet, Paris Kürt Enstitüsü’nün kurucusu olan bir dava adamı o da...
* Yılmaz’la yaşadığın aşk tam bir Leyla Mecnun hikayesi... Daha sonra beraber olduğun adamları onunla kıyasladın mı hiç?
- Öyle bir şey yapmak aklımın ucundan geçmedi. Hepsi mücadele insanıydı...
* Fatoş Güney’i bugünlerde ne mutlu ediyor?
- Hâlâ doğada ve hayvanlarla birlikteyim. Sahilde balıkçı barakalarını ziyaret ediyorum. Güneşin batışını izliyorum. Bunlar bana büyük keyif veriyor. Anlayacağın hayatta hep küçük şeylerle mutlu olmasını beceren birisiyim.