Aslında otellerde en üst yıldız sayısı beştir. Yani kapınıza en fazla beş yıldız çakabilirsiniz. Tabii kriterleri yerine getirmişseniz. Daha çoğu bir söylencedir. Lüksün anlatım şeklidir. Fazladan söylenen iki yıldız, sadece hayalleri harekete geçirir. Bu oteller “kategori dışı”dır. Veya saray anlamına gelen “Palace”tır.
Görevimdeki ilk durağım Bellek’teki Gloria Serenity Resort oldu. “Michelin Yıldızlı” şeflerin yemeklerini tadacaktım.
TABLO GİBİ MANZARA2,2 milyon metrekarelik tesise öğle vakti vardım. Güneşin en kızgın saatleri başlamıştı. Kapıda karşılayan görevliler, lobiye buyur etti, kimliğimi aldı, soğuk bir meyve kokteyliyle sıcağın şokundan kurtulmama yardımcı oldu. Demek çok yıldızlı tatil köyünde (veya otelde) farklılık daha lobide başlıyordu. Birkaç dakika sonra oda anahtarım geldi. Bavulum benden önce odaya gitmişti bile. Önceden soğutulmuş odama girince, çölde vaha bulmuş kervancı gibi sevindim. Artık dışarıdaki bunaltıcı sıcak beni ilgilendirmiyordu. Bu serin ortamdan kolay kolay çıkmamaya karar verdim. Perdeyi açıp manzarayı görünce, kararımı gözden geçirmek zorunda kaldım: Ağaçlarla bezenmiş yemyeşil bahçe, otelin çevresinde kıvrıla kıvrıla dönen nehir benzeri masmavi bir havuz, çimenin bittiği yerde Acısu Deresi, sonra da masmavi Akdeniz. Bu tahrike kimse dayanamazdı. Mayomu giydiğim gibi soluğu bahçede aldım.
Önce deniz, tatlı su karışımı havuza atladım. Havuz, binaların önünde kıvrılarak uzanan ırmağı andırıyordu. Uzunluğu 460 metreydi. İki günde, birkaç kez bir uçtan diğerine yüzmek zorunda kaldım. Yemekler öylesine lezzetliydi ki, vicdan azabı çekmeden yiyebilmek için spor yapmam gerekiyordu.
HER ŞEY DAHİL AMA
İlk günüm yüzerek, güneşten saklanarak, kitap okuyarak geçti. Güneşi plaj barda batırdım. Akşam Ege mutfağını tattım. Zengin şarap mönüsünden
seçim yapmakta zorlandım. Gloria’da para bir kere ödeniyor, sonra elinizi cebinize sokmuyordunuz. Ama bu “her şey dahil” tatil köylerindeki kalitesizliği aklınıza getirmesin. Buradaki bir tatilin ücretiyle, diğer otellerde 5-6 yaz tatil yapabilirdiniz.
Tahrik olmamak için diskotekten, gece kulübünden ve diğer barlardan gelen canlı müziklere kulağımı tıkayıp, odanın yolunu tuttum.
Ertesi gün taze sıkılmış meyve sulu, omletli hafif bir kahvaltıdan sonra bu koca tesisi tanıma turuna çıktım. Rehberim eski Çevre Bakanı Ali Talip Özdemir’di. Politikadan ayrıldıktan sonra, enerjisini aile işletmesine adamıştı. Serenity Resort’ta ulaşım “Bugy” denen elektrikli golf arabalarıyla sağlanıyordu. Bizim bugy önce villaların önünden geçti. Villalar 200 ve 400 metrekare arasında değişiyordu. Her birinin özel havuzu vardı. Daha sonra saray yavrusu gibi bir yapının etrafında dolaştık. Burası 1200 metrekare büyüklüğündeki “Presidental Villa” idi. Koca bir havuzu, kapısında birkaç bugy’si, özel hizmetçileri, ahçıları bulunan bu özel konaklama tesisinden sadece iki tane vardı ve günlüğü yaklaşık 20 bin dolardı. Öğrendiğime göre, bu süper villalardan birinde bir Azeri iş adamı, diğerinde manken arkadaşlarıyla Rus işadamı kalıyordu.
TAZE ÇİM KOKUSUÖzdemir’le golf sahalarının arasında gezindikçe, yeni kesilmiş çimen kokusunu kokladım. Koca koca çimen biçme arabaları çalışıyordu. Birden içimden buraya bahçıvan olmak geldi. Bu turumuzda dünyadaki her türlü masajın yapıldığı SPA’ları, tazyikli deniz suyuyla yapılan terapileri, cildi güzelleştiren aletleri gördüm. Bahçelere hayran kaldım. Başında hasır şapkası, arkasında bahçıvan ordusuyla yürüyen bir hanıma rastlayınca Özdemir “Bahçelerin yaratıcısı kayınvalidem Sabahat Özaltın, ziraat mühendisidir. Hergün bahçeleri teftiş eder, talimat verir” dedi.
Son durağımız Golf Club oldu. Meyve barını, rahat koltukları, şık mağazayı ve restoranı görünce, golf öğrenme arzum daha da kabardı. Ali Talip Bey, golf sporunun faydalarını anlatırken, ben hayalimde topa vurmaya başlamıştım bile.
Son gecemde tesisin amfitiyatrosunda “Anadolu Güneşi”nin muhteşem danslarını seyrettim. Sonra denizin üstüne doğru uzanan iskelede düzenlenen “Moon Light” partisine katıldım. Gündüz yarı çıplak dolaşan güzel kadınlar, burada şık giysiler içinde birer mankene dönüşmüştü.
Antalya’daki bol yıldızlı tatilimin ilk bölümü göz açıp kapayıncaya kadar bitti. Yani tadı damağımda kaldı. Kapıda beni ikinci durağıma götürecek taksiyi beklerken, gözüme yan yana durmuş iki kırmızı Ferrari çarptı. Kiralıkmış. “Saati kaç para” diye sormadım...
17 haftalık lezzet şöleniGloria Serenity Resort çeşitli mutfaklardan örnekler sunan restoranlarla süslenmişti. Mutfakların komutanı ünlü şef Fahir Telli, birlikte çalıştığı şeflerle damak çatlatan mönüler hazırlıyordu. İlk yemeği, “Route 66” adlı Steak House’da yedim. Izgara kuzu sırtının yanında, iyi soğutulmuş bir bardak pembe şarap içtim. Et, tam gerektiği gibi ızgara edilmişti. Mönü çok zengindi ama, bu sıcakta fazla yemekten çekindim. Tesisteki diğer restoranlardan “Tetrosomia” uluslararası, “La Jardin au Printemps” Fransız, “Sha Asian” Asya, “Komnenos” ise Ege mutfağından örnekler sunuyordu. Ayrıca deniz kıyısındaki balıkçıda taze ızgara balıklar, bir başka köşede de sadece ıstakoz ve yengeç kızartılıyordu. Hemen hemen hepsinin mönülerini tattım. Bir de fazladan Michelin yıldızlı şefin mönüsünü yedim. Gloria, dünyada çok az rastlanacak bir işe girişmişti. Avrupa’nın en ünlü Michelin yıldızlı 17 şefi, 17 hafta boyunca, yani eylüle kadar, 17 muhteşem mönü hazırlayacaktı. Bu, benim gibi damağına düşkün kişiler için bulunmaz bir fırsattı. Bu güne kadar biri iki yıldızlı olmak üzere, altı Michelin yıldızılı şefi ağırlamışlardı. Ben yedincisinin mönüsünü tadacaktım. Tek Michelin yıldızlı Hollandalı Gerhard Müller (38), haşarı bir çocuğu andırıyordu. Yedi yemeklik muhteşem bir mönü hazırlamıştı. Tattıkça, sadece bu ziyafet için bile gelmeye değeceğini düşümdüm. Bence bu
yemek, denizden, güneşten daha dinlendirici, keyif vericiydi.
Krallardan neyimiz eksikBindiğim taksi Mardan Palace’a yaklaşırken gerçekten de heyecanlıydım. Gittiğim otel, kimilerine göre 1,5 milyar dolara, kimilerine göre 850 milyon dolara mal olmuştu. 40 milyon dolarlık açılış partisine dünyanın ünlü simaları katılmış, otelin (pardon sarayın) haberleri manşetlere taşınmıştı. Putin, otel sahibi Azeri asıllı Rus işadamı Telman İsmailov’a çok kızmış, onu silip atmak için depolarına baskınlar düzenletmişti. İşte böylesine bir otelin “ekonomi sınıfında” iki gün kalıp, sarayda ekonomik tatili ve ölçüsüz para harcayanların tatilini izleyecektim.
Kundu sahiline gelince önce “consept” otellerle karşılaştım. Las Vegas’ta başlatılan bu modaya göre, oteller dünyanın ünlü yapılarına benzetiliyordu. Antalya da bu modanın kıskacına kısılmıştı. Titanic, Queen Elizabeth, Concorde, Topkapı Sarayı, Venedik, Amsterdam, Kremlin ve Kızıl Meydan’ı geçip, görkemli bir duvarı izleyerek Mardan Palace’ın kapısına vardık. Girişi, Dolmabahçe Sarayı kapısının ikiziydi. Otelin “consepti” ise İstanbul’du. Yani gerçeğinden kalkıp, “çakma” İstanbul için bunca yolu katetmiştim. Ellerinde saplı aynalarla kapıdan giren otomobillerin altında bomba arayan güvenlikçiler, saraya taksiyle gelen müşteriyi görünce şaşırdı. İlk soru, “kimi arıyorsunuz” oldu. “Burada kalacağım” deyince ismim soruldu, içeri gidildi, resepsiyondan onay alındı ve sonunda kapı açıldı.
Mardan Palace’ın girişi gerçekten de etkileyiciydi. İçinde suların dans ettiği kat kat yükselen bir havuz, havuzun kıyısında sıralanmış, kafalarında sarıklarıyla Osmanlı leventlerinin heykelleri insanı etkiliyordu. Taksi durunca bir yeniçeri kapımı açtı. Başka bir yeniçeri bagajdan bavulumu kaptı. Bu yiğit askerlerin, böylesine sıradan bir görevi üstlenmelerini garipsedim. Lobiye girince nutkum tutuldu. Cam tavanı, dev kristal avizeleri, altın varaklı korkulukları, kırmızı halılı merdivenleriyle Dolmabahçe Sarayı’nın içindeydim. Lezzetli ve soğuk bir kokteylin ardından, bir görevlinin peşine düşüp odama çıktım. Kapıyı açıp içeri girince, ilk düş kırıklığını yaşadım. Küçücüktü. Geceliğine yaklaşık 500 dolar ödeyeceğim odayı daha büyük hayal etmiştim. Oysa dizüstü bilgisayarımı üstüne koyup, yazı yazacağım küçük bir masa bile yoktu. Yutkunup balkona çıktım. Görüntü gerçekten de muhteşemdi. İki ahşap iskemleyle, bir ahşap bahçe masasının yer aldığı balkonumdan tüm otel görünüyordu.
“YAPMA” İSTANBUL
İstanbul’un Anadolu Yakası tam karşımdaydı. En büyük bina Kuleli Askeri Lisesi’ydi. Diğerlerinin cephesi yalı görüntüsündeydi. Benim bulunduğum Avrupa Yakası’nda yalı ve modern görünümlü binalar sıralanmıştı. Arada Boğaziçi’ni simgeleyen, neredeyse İznik Gölü büyüklüğünde masmavi bir havuz, üstünde Leonardo da Vinci’nin Haliç için çizdiği köprü vardı. “Yapma” Boğaz’ın iki yakasındaki Haydarpaşa ve
Beşiktaş iskeleleri, üst katlarındaki lokantalara müşteri bekliyordu. Havuzun bitiminde gerçek boyutlarda bir Kız Kulesi, ardında villalar yer alıyordu. Arkasındaki Ihlamur Kasrı benzeri saray yavrusu patronun özel eviydi.
Kavurucu sıcağa aldırmadan balkondaki rasatıma devam ettim. Palmiyeli yoldan sonra bembeyaz kumla kaplı plaj, denize uzanan akrep biçimindeki iskele görülüyordu. İskelenin bir tarafına bar, diğerine jakuzi ve otağ içine masaj yatağı yerleştirilmişti. Telman İsmailov akrep burcundan olduğu için her yer akrep figürü doluydu.
MANKEN GİBİ KADINLARİstanbul görüntüsünden etkilenmedim çünkü 50 yıldır gerçeğinde yaşıyordum. Sarayın diğer detaylarını keşfetmek için mayo ve tişörtümü giyip tura çıktım. İlk dikkatimi çekenler kadınlardı. Rus, Azeri, Kazak, Türkmenler mankeni kıskandıracak kadar güzeldi. Mayolarından kremlerine her şey dünyanın en ünlü markalarına aitti. Çoğunun yanında bir-iki yaşında çocukları vardı. Dadılarıyla gelmişlerdi. Otelde Asyalı zenginlerin yanı sıra Suudi prensler, prensesler vardı. Prensler oldukça kilolu gençlerdi. Akşama kadar ya havuzda güneşliyor ya da çeşitli mekanlarda nargile içiyorlardı. Hepsinin uşağı vardı. Dizüstü bilgisayar, cep telefonları, Ipod, puro kutularını taşıyorlardı.
Dadı, uşak ordusunu görünce, odamın küçüklüğünün sırrını çözdüm. Uşaklar için yapılmış olmalıydı. Aslında sarayın odaları çeşit çeşitti. 500 odanın yüzde 70’i 60-70 metrekarelik süitti. Dubleks odalar 200 metrekareydi. 100 metrekarelik villalar sadece 20 taneydi, kapanın elinde kalıyordu. Dolmabahçe benzeri ana binanın üst katında 2500 metrekarelik kral dairesi vardı.
HAVUZDA KÖPEKBALIĞI
Saraydaki başdöndüren kadınların yanındaki, su gibi para harcayan erkeklere gelince. Hemen hepsinin göbeği, mayolarından taşıyordu. Kollarına pahalı saatler, boyunlarına kalın altın zincirler takmışlardı.
Masaj salonları, saunalardan oluşan dünyanın en güzel SPA merkezi, bowling salonu, mağazalar, barlar, restoranlar, benzersiz gece kulübü tatili renklendirmek için her an hazır bekliyordu.
Sıcaktan sıkıldığımda havuza atlıyordum. Öylesine büyüktü ki, bütün müşteriler aynı anda girse bile kimse kimseyi göremiyordu. Bir uçtan diğerine yarım saatte ulaşabiliyordum. Bir keresinde karşıma iki köpek balığı çıktı. Ürktüm. Gözlerimi ovuşturunca, balıkların kalın camların arkasında olduklarını gördüm.
İsmailov, kulenin altına dört dev akvaryum yaptırmıştı. Kızıldeniz’i, Akdeniz’i, Pasifik Okyanusu’nu ve Karaip denizini simgeleyen bu akvaryumlara, o denizlerde yaşayan canlılar yerleştirilmişti. Akşam herkes bir yana dağılıyordu. Kimi kapıdaki son model Rolls Royce’ları kiralayıp, mumu Antalya’da söndürmeye gidiyor, kimi gece kulübündeki özel localarda felekten gece çalıyor, kimi barlarda gecenin keyfini çıkarıyordu.
İki günde gördüklerim bunlardı. Ben bu tür büyük otellerdeki tatili tercih etmem. Ama parası bol, ihtişamı sevenlerin Mardan Palace’tan çok etkileneceklerinden eminim.
Sarayın mutfağından
Mardan Palace’ta fiyatlar oda-kahvaltı hesaplanıyor. Diğer öğünler, içecekler ücretli. Tüm mutfaklardan ünlü şef Jean Paul Naquin sorumlu. Dubai’deki Burj El Arap otelinden tranfer edilen şef, burada bir takım oyunu oynadıklarını, en taze malzemeyle en leziz mönüleri hazırladıklarını söylüyor.
Gerçekten gidebildiğim restoranlarındaki yemekler çok lezzetliydi. Gidebildiğim diyorum, çünkü dokuz restoranı iki günde dolaşmak olanaksız. Sadece kahvaltı servisi yapılan havuz kıyısındaki Bosphorus’ta insan ne yiyeceğini şaşırıyor. Sadece kuş sütü eksik. İlk sabah karar vermek için elimde tabak tam 15 dakika dolaştım durdum. Sonunda iki dilim peynirli gözlemeyle yetindim. Erkekler üç, dört sefer yapıyor, kadınlar meyveyle yetiniyordu. Bir çift, kahvaltıda pembe Moet Chandon açtırdı!
Türk Restoranı’nda mönü çok zengindi. Akdeniz mönüsü sunan La Cucina’daki makarnanın tadı hâlâ damağımda. La Brasserie’deki Burgonya usulü yahni, Burgonya’dakini aratmazdı. Gidemediğim Cote D’Azur, Fransız mutfağına ayrılmıştı. Rus restoranı Arbat, iyi şef bulunamadığı için kapalıydı. Balık restoranı Aquamarine, Tai restoranı Baan Thai, Japon restoranı Oishii’de aklım kaldı. Mardan’da her şey çok leziz, fakat fiyatlar... Örneğin ortada Türk suyuna rastlanmıyor. Bir bardak Fransız suyu 10 TL. Doktorların önerisine uyup, günde iki litre su içsem servet ödeyecektim. Bir tek rakı 20 TL’ydi. Yemek fiyatlarını artık siz düşünün! Ama paradan yana endişeniz yoksa burası gerçek bir lezzet cenneti.