Günahkâr şehrin yılbaşı
Mehmet YAŞİN
Brezilya’nın Rio De Janerio kentinde yaşam bir atımlık kahkaha gibi... Müzik, dans, aşk, seks, soygun ve cinayet iç içe.. Plajlarda sergilenen renkli ve seksi yaşam, tepelerdeki favelalarda yerini hüzün ve gözyaşına terk ediyor. Böylesine renkli kentte, yeni yıla yüzerek girmek insanın yaşamı boyunca unutamayacağı bir deneyim olsa gerek.
Bu yolculuk, kışı terk edip, yaza doğru yaptığım üçüncü yolculuktu. Üç kere mevsim atlamıştım. İlk seferinde, İstanbul soğuktan ve kardan titrerken, ben
Vietnam’ın nemli sıcağında terliyordum. İkincisinde, yine ayaza kesmiş bir havada uçağa binip, gittiğim Dubai’de, Umman sınırındaki çölde, tek kişilik çadırımın gölgesinde, kızgın güneşten saklanmaya çalışıyordum. Bu yolculuğu da kuzey kürede mevsim kışa merhaba derken, Güney Amerika’ya, yaza “hoş geldin” diyen Rio De Janerio’ya, yeni yıla hoş geldin demek için yapmıştım.
Amsterdam’dan yola çıkıp, 11 saatlik bir uçuştan sonra uçak alçalmaya başlayınca, aklıma Rio için yapılan uyarılar gelmişti. Boynunuzda, kolunuzda kıymetli şeyler taşımayacaktınız, fotoğraf makinenize dikkat edecektiniz, bir kadından daha güzel ve seksi olan travestilere aldanmayacaktınız. Hepsi iyi hoştu da, fotoğraf makinelerimi nasıl koruyacaktım? Her dakika yanımda taşımak zorunda olduğum makine dolu çanta için, ne gibi önlem alabilirdim ki?
Pasaport kuyruğunda beklerken, ter damlacıklarının ensemden fışkırıp, sırtımdan bir şelale gibi aşağılara doğru aktığını hissediyordum. Etrafta ne dönen bir pervane ne de soğuk hava üfleyen makine vardı. Görevli, sayfaları şöyle bir karıştırdıktan sonra giriş damgasını vurmuştu. Rio’da ilk defa ilginç bir uygulama ile karşılaşmıştım. Pasaport kontrolünden sonra karşınıza gelen duvardaki düğmeye basıyordunuz. Eğer ışık yeşil yanarsa, elinizi kolunuzu sallayarak alanı terk ediyordunuz. Eğer ışık kırmızı yanarsa, memurlar tüm bagajlarınızı didik didik arıyordu. Benim şansıma yeşil yanmıştı.
KUTSAL MÜZİKBindiğim taksinin radyosunda samba çalıyordu. Daha sonraki günlerde, saat kaç olursa olsun, her yerde bu kıvrak müziği dinleyecektim. Jamaika’da reagie müziği ne kadar kutsalsa, burada da Samba o kadar kutsaldı. Güneşten, sudan, havadaki oksijenden bile önemliydi. Yazarın dediği gibi, “Samba, Brezilya halkının kanında dolaşan, sevda ateşini tutuşturan bir ezgi değildi yalnızca. Yaşamın ta kendisiydi. Buralılar için sambasız bir yaşam asla düşünülemezdi...”
Tünellere gire çıka, ünlü Copacabana Plajı’nın kıyısındaki Rio Place Oteli’ne vardığımda gece yarısı olmuştu. Gözalabildiğine uzanan kumsal, karanlık bir örtünün altında uykuya dalmıştı. Odamın penceresinden sadece okyanusun kumsalda patlayan dalgalarının sesini duyabiliyordum. Ertesi sabah uyanır uyanmaz soluğu Copacabana Plajı’nda almıştım. Sabahın erken saati olmasına rağmen kumsal dolmaya başlamıştı. Ve birden, fotoğraflarda gördüğüm kadınlar karşıma çıkmıştı. O, baktıkça iç geçirten, minicik mayolarıyla kumsalda güneşlenen kadınlar.
DİŞ İPİ MAYOLAR
Onların giydikleri avuç içi kadar küçük, ip kadar ince mayolara, “filo dental-diş ipi” adını takmışlardı. Neyi ne kadar örttüğü belli olmayan bu “diş ipi” mayolar, Rio plajlarının vazgeçilmez aksesuarlarıydı. Sere serpe güneşlenen bu birbirinden güzel kadınların arasında, esmer tenli, sırım gibi, vücudunda bir gram bile yağ olmayan yağız delikanlılar futbol oynuyordu. Hepsinin düşünü belli ki “Pele olmak” süslüyordu. Çünkü, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük futbolcusu Pele, bu plajlarda top oynarken keşfedilmişti. Onlar, topa vururken kum sıçrattıkları kalçalarla hiç ilgilenmiyorlardı. Anlaşılan kanıksamışlardı.
Kaldırımın üstüne sıralanmış büfeler, sıcaktan bunalanların sığınağı haline gelmişti. Ben vaktimin çoğunu bu sığınaklarda geçiriyordum. En sevdiğim içecek, buz kovasından çıkartılıp, baş kısmı bir pala darbesi ile uçurulan Hindistancevizinin içinden çıkan tatlı suydu. Bu büfelerde her türlü tropikal meyveyi bulmak mümkündü: Goyaba, mango, kaju ve diğerleri. Karnı acıkanlar için de seyyar satıcılar ellerindeki tepside, şişe dizilmiş jumbo karidesleri dolaştırıyordu. İlerleyen zamanla birlikte kalabalık artıyordu. Beş kilometrelik kumsalda, çıplak gövdelerden oluşan dalgalar, bir o yana bir bu yana salınıp duruyordu.
YOKSULLARIN SIĞINAĞIYemyeşil dağların içine doğru uzanan mahallelerdeki evler, ikinci katlarına kadar demir parmaklıklarla kaplıydı. Müstakil evlerin etrafını çevreleyen yüksek duvarların üstüne, cam kırıkları döşenmişti. Bunlar soygunculara karşı alınmış önlemlerdi. Her mahallenin özel bir koruma teşkilatı vardı. Yoksul halk ise tepelerdeki gecekondulardan kenti kuşbakışı seyrediyordu. Bu mahallelere “Favela” deniyordu. Bu kelime, Brezilya’da yoksullukla eşanlamlıydı. Bir kitapta favelalarla ilgili şunlar yazıyordu: “Nüfusun dörtte biri, toplumsal kumaşın kontrolsüzce yırtılıp, parça parça olduğu, hırsızlığın olağan bir hal aldığı ve etrafı haraca kesen kokain tacirlerinin kahraman addedildiği bu kenar mahallelerde yaşıyor.”
İçimdeki korkuya rağmen, bu mahallelerden birine dalmıştım. Sokakta sümüklü çocuklar top oynuyordu. Sıvasız kiremit evler, bir kat daha çıkabilmek için açıkta bırakılmış demir filizleri, toplanmayan çöpler, küçük bakkallar... Bunlar bana hiç yabancı olmayan manzaralardı.
YAŞASIN KARNAVALFavelalar karnaval zamanı canlanıyordu. Bir yıl çalışıp, dişlerinden, tırnaklarından artırdıklarını karnaval giysilerine harcıyorlardı. Karnaval günü gelip çattığında, müzik aletlerin i yüklenen sırım gibi gençler, birbirinden şuh kızlar, kadın iç çamaşırlarını ve file çoraplarını giymiş travestiler yoksul favelayı terk edip, geçit törenlerinin yapılacağı Apoteose’de soluğu alıyorlardı. Artık dört gün boyunca Rio onların oluyordu. Bütün yoksulluklar, acılar, üzüntüler unutuluyordu. Hep bir ağızdan, “Dört gün de olsa yaşamak güzel” diye başlayan sambaya eşlik ediyorlardı.
Rio’da akşam bir başka alemdi. Müziğin sonuna kadar açıldığı diskoteklerde, sambanın yanı sıra dünyanın en oynak dans müzikleri çalıyordu. Pistte dans eden kadınlar öylesine kendilerinden geçiyorlardı ki, mini eteklerinin kalçalarına doğru sıyrılmasına ve kendilerine şehvet dolu bakış fırlatan erkeklere aldırış bile etmiyorlardı.
GECENİN HAKİMLERİGece sokaklar fahişelere ve travestilere kalıyordu. Kaldırım kahvelerini hep onlar dolduruyorlardı. Bunlardan bir tanesi yanımdaki iskemleye oturup, kendisine bir bira ısmarlamamı istemişti. Portekizceyle karışık bir İngilizce konuşuyordu. Hikayesi bildik bir hikaye idi: 19 yaşındaydı, iki çocuğu vardı ve kocası onu terk etmişti. Şimdi çocuklarının ve kendisinin karnını doyurabilmek için fahişelik yapıyordu. İstediği ikinci birayı ısmarlamayınca, masadan kalkmış, bir başka yalnız adamın masasına oturmuştu.
Daha sonraki günler, İpenama, Flamingo, Botafogo, Leblon ve Barra plajlarını terk edip, tepelere doğru tırmanmıştım. Küçük bir trenle, Corcovado Dağı’nın zirvesine çıkmış, 38 metre boyunda ve 145 ton ağırlığındaki İsa heykelinin ayaklarının dibinden Rio’yu kuşbakışı seyretmiştim. Kollarını iki yana açmış olan heykel, sanki, dağın eteklerinde, akla hayale gelmeyecek her türlü günahı işleyen Rioluları kötülüklere karşı koruyordu. Kenti simgeleyen diğer bir yükselti de Şeker Dağı idi. Teleferikle çıktığım bu dağın tepesinden kentin uçurumlarını, dantel gibi sahillerini, plajlardaki çıplak vücutların dalgalanışını, havaalanına inip kalkan uçakları, şişik yelkenleriyle süzülüp giden tekneleri tek bir fotoğraf karesinde görebiliyordum.
Sonunda beklediğim gün geldi. Eski yıl bugün bitecek, dünya yeni yıla girecekti. Heyecanlıydım. Bugüne kadar yeni yıllara hep soğuk, ıslak, karlı havalarda girmiştim. İlk kez bir plajda yeni yılı karşılayacaktım. Bunaltıcı ve gökyüzü yıldızlarla dolu bir geceydi. Gece yarısına doğru, kumsal beyaz elbiseler giyinmiş kadın ve erkeklerle dolmaya başladı. Sambalar çalındı. Beyazlı kadınlar, üstünde mumlar yanan beyaz çelenkleri denize bırakıp dilek dilediler. Tam gece yarısında, binlerce beyazlı kadın binlerce beyazlı erkeği dudaklarından öptü. Sonra şişeler yeni yılın şerefine kaldırıldı. Ayaktakiler kumların üstüne oturdular. Kimi denizde inip çıkan çelenklere dalıp gitti, kimi yeni yılın ilk dakikalarına sevişerek girmeyi tercih etti. Ben, kumsalın bir kenarında, elimdeki kayprinha kadehini yudumlayarak onları seyrettim. Bu, denizin kıyısında, kumsalda, terleyerek girdiğim ilk yeni yıldı. Sanırım yaşamım boyunca bu yılı hiç unutmayacaktım.
BARDAKTAKİ LEZZETBrezilya’nın en ünlü içkisinin adı Kayprinha. Sıcak yaz günleri için ideal bir içecek. Bu içkinin hazırlanışı ise şöyle:
8 parçaya bölünen limon genişçe bir bardağa konuyor. Limonun üstüne bir çorba kaşığı dolusu pudra şekeri ilave ediliyor.. Bu karışım tahta havan döveceği ile suyu iyice çıkıncaya kadar eziliyor. Daha sonra bardak ağzına kadar buz ile dolduruluyor.. En sonunda da bardak ağzına kadar şeker kamışından damıtılmış rakı dolduruluyor. Eğer bu içkiyi yapmayı siz de denemek isterseniz, şeker kamışı rakısı yerine cin veya votkada kullanabilirsiniz. İçerken dikkatli olmanızı öneririm. Çünkü bu içki kana hızlı karışıyor ve insanı çarpıyor. Erken içmeye başlarsanız, erken sızıp yeni yılın nasıl geldiğini göremezsiniz.
Karlar altında Venedik
Nedim GÜRSEL
Kar alanlara, avlulara, çatılara, dar sokaklara birikmiş, küçük kanallar donmuştu. Bir dostumun yılbaşı partisine çağrılıydım. Palazzo’larda ışıklar yanıyor,
tokuşturulan şampanya kadehlerinin sesi değilse bile hayali sokağa dek geliyor, giderek yavaşlayan adımlarıma sanki cesaret veriyordu. Dostumun evinde yanan şömine, güzel kadınlar, şampanya ve maskeli bir yılbaşı balosu bekliyordu beni, bunca zahmete katlanmaya, bu zemheride Venedik’i bir uçtan bir uca katetmeye değerdi.
Venedik bellekte uyandırdıgı kültürel çağrışımlarıyla, tarihten gelen görkemiyle, kanallar ağı ve Laguna’dan oluşan coğrafyasıyla insanı büyüleyen bir kent. Bir çok kez yolum düştü Serenissimo Cumhuriyeti’nin başkentine, hatta kısa süreler kaldığım da oldu. Resimli Dünya romanımı orada, kanala bakan karanlık ve dar bir bodrum katında, Marciana Kitaplığı’nın eski masalarında, kimi zaman da Zattere rıhtımındaki manastırın küf kokan, rutubetli keşiş odalarından birinde yazdım. Sonra yıllar girdi araya, Venedik belleğimde hâlâ varlığını sürdürmesine karşın bir eski zaman düşüne, bir hayale, sabaha karşı gördüğüm tatlı ve karanlık bir rüyaya dönüştü. “Karanlık” diyorum, çünkü kötü aydınlatılan, geceleyin korkutucu bir heyula görünümüne bürünen, Yahya Kemal’in deyimiyle “Kandilli gibi uykularda” yüzen, denizin yavaşça örttüğü bir kenttir Venedik. Aqua alta, yani suların yükselişi başladığında herkes evine kapanır. Ortalıktan el ayak çekilince hayaletlerin dansı başlar. Bu dansı, Venedikli ressamların renk alacasıyla harmanlayarak anlattım romanımda, şimdiyse bir anımdan söz etmek istiyorum.
GONDOLLAR İSKELELERDEKıştı. Kar alanlara, avlulara, çatılara, dar sokaklara birikmiş, küçük kanallar donmuştu. Bir dostumun yılbaşı partisine çağrılıydım. Kent merkezine uzak mahallelerden birinde oturuyordu. Oraya yaya gitmek zorundaydım çünkü vaporetto’lar çalışmıyordu, motor taksilerse kış tarifesine geçmekle kalmayarak hava muhalefeti nedeniyle fiyatları ikiyi katlamışlardı. Gondollara gelince, kara tabutlar gibi çoktan iskeleye bağlanmış, suyu donmayan geniş kanallar boyunca bir alçalıp bir yükseliyorlardı. Çaresiz rıhtımlar boyunca yürümeye başladım. Köprülerden inip çıktım, bir köşede derin kuyuların sessizce beklediği alanlardan, karla kaplı, çıplak ağaçlı küçük parklardan, bıçak ucu kadar sivri buzların sarktıgı sundurmaların altından geçtim. Yol uzadıkça uzuyor, Cannaregio’ya bir türlü ulaşamıyordum. Açık bir kahve bulsam hemen girip bir grappa içerek ısınmaya çalışacaktım ama yalnızca kahveler değil dükkânlar da kapalıydı. Palazzo’larda ışıklar yanıyor, tokuşturulan şampanya kadehlerinin sesi değilse bile hayali sokağa dek geliyor, giderek yavaşlayan adımlarıma sanki cesaret veriyordu. Dostumun evinde yanan şömine, güzel kadınlar, şampanya ve maskeli bir yılbaşı balosu bekliyordu beni, bunca zahmete katlanmaya, bu zemheride Venedik’i bir uçtan bir uca katetmeye değerdi. “Ömrü oldukça yürür her yolcu / Varmadan menzile bir yerde ölür” diye mırıldanıyordum Yahya Kemal’in dizelerini; nedense Musset’nin, Aragon’un, Byron’un ölümsüzleştirdikleri Venedik’te aklıma İstanbul’un “efsunlu güzellikleri”ni anlatan şairin imgesi düşüyordu. Onu Park Otel’in balkonunda Boğaz’a karşı tek başına demlenirken “şisman ve mustarip” görüyordum.
DUVARDAKİ OSMANLILARDerken, Nâzım Hikmet’in deyimiyle “Osmanlının son şairi”nin çekim alanına girmiş olmalıyım ki, bir evin duvarındaki kabartma yontular dikkatimi çekti. Taş kabartmada sırtında yüküyle bir deve yürüyordu. Oysa ön ayakları kopmuştu hayvanın. Kim bilir ne zaman kanalın dibini boylamışlardı. Önden gelen deveci, kabartma yapılırken dönüp arkaya bakmış da, o an donup kalıvermiş gibiydi. Onun da dizden kopan sağ ayağı, deveninkiler gibi kanalın dibini boylamış olmalıydı. Deveye bir balya yüklenmiş, iki kocaman kayışla hörgüce sıkıca bağlanmıştı. Rıhtımın ucuna dek yürüdüm. Orada, duvarındaki tuğlalar görülen ev ile karla kaplı alanın bitiştiği köşede bir başka heykel daha vardı. Başında sarık, üzerinde kaftan, bir Osmanlı’nın heykeliydi bu. Kapının yanındaki duvara mıhlanıp kalmış gibi hareketsizdi. Kapıyla pencere arasına sıkışmıştı sanki. Sol elinde bir kutu tutuyordu, sağ eli bilekten kırılmıştı. Topuklarına dek inen kaftanın içinde sarığı ve gür sakalıyla İstanbul’dan gelip burada yolunu yitirmiş bir Osmanlı tüccarına benziyordu. Az ilerde, bu kez bir kaidenin üstüne konulup duvardaki yuvaya yerleştirilmiş, ilkinden daha kocaman sarıklı bir başka Osmanlı’nın heykelini daha gördüm. O da, yolunu yitirmiş gibi şaşkındı. Çerçevenin içindeki “FONDAMENTA DEI MORI” yazısını okuyunca bir zamanlar burada Ortadoğu’dan ve İstanbul’dan gelen tüccarların konakladığını anladım. Onlardan biriymişim duygusuna kapıldım nedense. Dostumun yılbaşı partisinde maske takmak zorunluydu, günlerce düşünüp taşınmış, kendime uygun bir maske bulamamıştım. Sonunda, Boğazkesen romanının yazarı sıfatıyla bir sarık yakıştırmıştım kendime, ama balkabağı gibi başımın üzerine oturtup da elaleme rezil olmayı göze alamamıştım. Alelâde bir maske vardı paltomun cebinde. Menzile vardığımda takacaktım. Oysa Serenissimo Cumhuriyeti pek alâ Osmanlı giysilerine, sarık ve kaftanlara aşinaydı. Ne var ki devran değişmiş, gün dönmüştü bir kere, Venedik’teki Osmanlı izleri kaybolmaya yüz tutmuştu.
RESSAMLAR RENK VERDİ YAZARLAR DERİNLİKO gece yılbaşı partisinde sıradan bir maske taktım, Cem Sultan’ın bu kentten az ilerde, kaftan ve sarığıyla büyük ilgi gördügünü, hatta Dük Cesare Borgia’nın bile Osmanlı giysileriyle portresini yaptırdığını ve talihsiz sehzadenin böyle bir kış günü, İstanbul’dan uzakta can verdiğini anımsayarak.
Şimdi düşünüyorum da, Italo Calvino’nun “Görülmeyen Kentler” adlı kitabında Venedikli tüccar Marco Polo’ya neden şu sözleri atfettiğini daha iyi anlıyorum: “Belleğin imgeleri, sözcüklere dönüştüğünde, silinip giderler. Venedik’den söz edersem onu tümüyle yitirmekten korkuyorum. Belki de, başka kentlerden söz ettikçe, onu yavaş yavaş yitirdim bile.”
Uzun süre Venedik’i öbür kentlerden ayıran, bir bakıma benzersiz kılanın ne olduğunu sordum kendime, kesin bir yanıt bulamadım. 15’inci yüzyıldan bu yana hemen hiç değişmeden kalması mı? Suyla hemhâl olması mı yoksa? Nice tarihsel kentler var dünyada, en az Venedik kadar eski bir mirasa sahip olan, İstanbul gibi imparatorluk baskentleri. Su İstanbul’un da ayrılmaz parçası, hatta temelidir. Orada da vapurla gidilir bir kıyıdan ötekine, yalılar Boğaziçi’nde kendi suretlerine hayran dalgalanıp durur. Peki Venedik’i benzersiz kılan ne öyleyse? Büyük yazarların, yönetmenlerin ondan söz etmeleri mi, dahi sanatçıların bu kenti bıkmadan, usanmadan çizip boyamaları mı? Şarkıcıların onun türküsünü söylemeleri mi? Eğer ölçü buysa Venedik Paris’le yarışamaz. Öyleyse neden, evet neden benzeri yok Venedik’in? Bu soruya hâlâ bir yanıt bulamadım. Bildiğim şu ki Lombard istilâsından kaçan yerli halkın adacıklara sığınmasından bu yana, hatta çok daha önceleri, yalnızca yaban ördekleriyle kurbağaların yaşadığı, uçan balıkların cirit attığı bu yörede, en azından bir tasarım, geleceğe yönelik bir imge olarak vardı Venedik. Sarayları böyle su içinde değildi belki, kilise ve çan kuleleri açık denizden bakıldığında görülmüyordu, ama bitki örtüsüyle deniz hayvanlarından oluşan bir yerleşim birimi bu eşsiz coğrafyada her zaman vardı. Venedik’i Venedik yapan önce coğrafyası, yani laguna’sıdır diyecegim, tarih onun üzerine geldi, bir dantel gibi ev ev, saray saray, köprü köprü işledi örgüsünü. Zaman Venedik’i yavaşça oluşturdu su ve ışığın yardımıyla. Ya sonra? Sonra ressamlar geldi, Bellini’ler, Carpaccio, Tintoretto, Tiziano, Tiepolo ve Canaletto’lar, onların sayesinde biçim ve renge dönüştü kent. Yazarlar ona bir derinlik kattı, mimarlar da. Giderek bir metafor oldu Venedik, sanıyorum benzersizliği bundandır. Yine Marco Polo’nun Kubilay Han’a anlattıklarına dönersek: “Şuna benzeyen bir kent gördün mü hiç, diye sordu Kubilay Han Marco Polo’ya. Ve yüzüklü elini imparatorluk kayığındaki yatağından dışarıya uzatıp kanalların üzerindeki kemerli köprüleri, mermer eşikleri suda yüzen görkemli sarayları, uzun küreklerin itmesiyle gidip gelen kayıkları, pazar yerlerine sepet sepet sebze boşaltan mavnaları, balkonları, taraçaları, kubbeleri, çan kulelerini, kurşuni laguna’nın üzerinde yeşeren bahçeleri göstererek. Hayır efendim, diye yanıtladı Marco Polo, böyle bir kent olabileceğini tahmin bile edemezdim.”
Viyana’da 2011’le vals
Saffet Emre TONGUÇBu yılbaşında önereceğim şehri seçmek için epeyce düşündüm. Gittiğim 113 ülke, yüzlerce şehir geçti aklımdan. İstanbul’dan sonra 31 Aralık gecesini en fazla geçirdiğim Viyana’yı seçtim sonunda. 1990’lı yıllarda doktora yaparken yaşadım Avusturya’nın başkentinde. Tam yaşam yolculuğumu sorguladığım, kendimle
tanıştığım ve ben olmaya başladığım yıllarda, hayatımın önemli bir dönüm noktasında. Sırlarımı paylaştığım Viyana derin izler bıraktı bende. Yılbaşı üstü, ışıklara boğulmuş, pırıl pırıl Viyana’da, bir fayton turuna çıkmak için bile bunca yolu gitmeye değer.
Yeni yerleri keşfetmeye meraklıysanız takılın peşime, takip edin aşağıdaki ipuçlarını, Avusturya’nın yılbaşını karşılamaya hazırlanan başkentinde birlikte dolaşalım. Viyana Avrupa’nın en düzenli, rafine ve kompakt şehirlerinden. Yaşam çok kolay. Opera’nın önünden, (Eski şehri bir halka gibi saran) Ring’in üzerinde devamlı dönüp duran 1 numaralı tramvaya binin. Yaklaşık 20 dakikada şehrin en önemli binalarını göreceksiniz. İlk olarak sağınızda içinde Mozart Heykeli bulunan Burg Parkı ve Efes Müzesi’ne de ev sahipliği yapan Hofburg Sarayı kalacak. Solda ise sırayla Sanat ve Doğa Tarihi müzeleri, Müzeler Bölgesi, Parlamento, Belediye binası (Rathaus), Viyana Üniversitesi ve Votiv Kilise eşlik edecek bu görsel yolculuğa. Belediye binasının önünde inin. Burada her yıl kurulan Christkindlmarkt dedikleri Noel Pazarı tam bir renk ve ışık cümbüşü. Kasım ortasından itibaren milyonlarca kişi buraya geliyor, alışveriş yapıyor, karnını doyuruyor, eğleniyor. Evlerde de çam ağaçları süsleniyor, hediyeler ağacın altına yerleştiriliyor. Noel sonrasında da Silvester dedikleri yeni yıl geliyor. 31 Aralık gecesi hava soğuk olsa bile eğlence sokağa taşıyor ve insanlar yeni bir yıla girmenin mutluluğunu eğlenerek kutluyorlar. Şehrin en kalabalık yeri ise Karntner Caddesi ve civarı. Birinci Viyana olarak geçen bu bölgeyi ve şehri görmek için ille yılbaşı gecesini beklemenize gerek yok.
KIRMIZI DÖNMEDOLAPTAN ŞEHİR MANZARASIKarntner Caddesi’nin ortasındaki görkemli Stephansdom Katedrali’ne vardığınızda şehrin merkezine geliyorsunuz. Hemen devamındaki Graben ve Kohlmarkt’la beraber Karntner adeta Viyana’nın vitrini, sadece yaya trafiğine açık olan bu bölgede hayatın tüm renklerine şahitlik edin. Sonra Mozart Kugeln denilen çikolataları mideye indirip, Julius Meinl adındaki şık markete bir göz atın. Karntner’in devamında Devlet Opera Binası var. Aklınızda olsun, ayakta durmayı göze alırsanız ve erkenden gidip kuyruğa girerseniz, birkaç Euro’ya opera seyredebilirsiniz. Bu ucuz biletler “Stehplatz” diye geçiyor. Paranız çoksa operadaki yeni yıl konserine de gidebilirsiniz. Opera’nın paralelindeki Karlskirche, şehrin en güzel kiliselerinden biri. 1713’deki veba salgınından sonra, veba azizi olarak bilinen Charles Borromeo için aynı adı taşıyan imparator VI. Karl tarafından yaptırılmış. Ünlü kırmızı dönme dolabın olduğu Prater de Viyana’nın simgelerinden sayılıyor. Binip, yukarıdan manzaranın ve yeni yıl görüntülerinin tadını çıkarabilir, lunaparkında güzel vakit geçirebilirsiniz. İsterseniz gününüzü bir Fiaker (Fayton) turuyla renklendirebilirsiniz. Stephansdom’un yanında bekleyen faytonculara 65 Euro verip, 35 dakikada şehrin önemli yerlerini görebilirsiniz. Yılbaşı üstü, ışıklara boğulmuş, pırıl pırıl bir şehir ağırlayacak sizi. Hava soğuksa dert etmeyin, battaniye takviyeleri var.
Öğle vakti, Karntner civarında karnınız acıkırsa Viyana’nın en meşhur yemeği şinitzeli, patates salatası (Kartoffel Salad) eşliğinde Figlmüller’de yiyin. Porsiyonlar tabaktan taşacak kadar büyük. Tercihiniz hafif bir şeylerse Nordsee’de fast food deniz ürünlerini tadın ya da sokakta satılan ve şehrin spesiyalitelerinden biri olan Wurst’u (Sosis) deneyin.
MOZART’IN KONSER VERDİĞİ SARAY
Viyana’ya gidip, klasik müzik konseri dinlememek Eyfel Kulesi’ni görmeden dönülen Paris seyahatine benzer. Şehrin ciğerleri gibi olan Stadtpark’ın hemen yanında yer alan Wiener Kursalon’da (www.soundofvienna.at) özellikle valsin babası sayılan Johann Strauss’un ve Mozart’ın eserlerinden oluşan bir repertuarla klasik müzik dinleyip, kulaklarınızın pasını silebilirsiniz. Yılbaşı zamanı çok güzel konserlere denk gelebilirsiniz. Biletler 39-90 Euro aralığında.
Viyana’nın sarayları görülmeye değer. Hofburg Sarayı, 1275 ile 1918 arasında farklı imparatorların yaptırdıkları değişik mimari tarzlardaki yapılardan oluşuyor ve çok görkemli. “Kaiserappartements” imparatorların ve imparatoriçelerin dairelerinden oluşuyor. “Sisi” diye tanınan, güzelliği dillere destan İmparatoriçe Elizabeth’in 1854’ten 1898’ kadar kullandığı bölüm gayet ilginç. Sisi kuzeni Franz Joseph ile evlenmiş. 1867’de Macaristan Kraliçesi olarak taçlandırılmış. Cumhuriyetçi fikirleri ve halka yakınlığı dolayısıyla çok sevilmiş. Görünümü ve güzelliği hep ön planda olduğu için anoreksiya hastalığına yakalandığı söyleniyor. Cenevre’de bir anarşist hayatına son vermiş. Sarayın Neue Burg bölümündeki Ephesos Müzesi’nde 1895’den beri Efes’i kazan Avusturyalıların ülkemizden getirdikleri eserler sergileniyor. Efes’teki Celsus Kütüphanesi’ni restore eden Avusturyalılar, kütüphanenin orijinal heykelleri Viyana’daki bu müzede olduğu için bize alçı kopyalarını hediye ettiler! Schönbrunn (Güzel Çeşme) Sarayı adını burada bulunan bir su kaynağından alıyor. Türkler buradaki av köşkünü yıkınca, kraliyet ailesi için bir yazlık saray olarak planlanmış. Odaların bir kısmı çok görkemli. Büyük Galeri’de meşhur Viyana Kongresi toplanmış. Aynalı Salon’da altı yaşındaki Mozart konser vermiş. Napolyon’un oğlu, İmparator I. Franz’ın torunu Reichstadt Dükü bu sarayda 21 yaşında ölmüş. Bahçeleri muhteşem, içinde palmiyelerle dolu “Palmiye Evi” de var.
Yeni yılı geçirmek için Viyana’ya giderseniz eminim ki çok keyif alacaksınız. Soluklanmak için bir kafeye oturursanız geçmişinizde kısa bir yolculuğa çıkın, bakalım şehir size neler fısıldayacak?
OSMANLI ALTIN ELMA’YI ALMAYA GİTTİ, KAHVEYİ BIRAKIP DÖNDÜBelvedere Sarayı, 1683’te Türklerin geri çekilmelerine neden olan Savoy’lu Prens Eugene’e bir teşekkür olarak yaptırılmış. İçindeki köşkler Osmanlı çadırları şeklinde planlanmış. İki binadan ve çok güzel bahçelerden oluşan bu yazlık sarayda üç müze var. Üst binadaki müzedeki en çarpıcı koleksiyon Gustav Klimt’in Jugendstil tarzında yaptığı eserlerin bulunduğu bölüm.
Osmanlılar şehirde çok iz bırakmış ve Viyana’yı “Altın Elma” olarak adlandırmış. Viyana’yı kuşatmaları Avusturyalıları derinden etkilemiş. Viyana’da Türkengasse (Türk Sokağı), Türken Schanz Parkı, Türkenhof (Türk Avlusu) gibi isimler var. Bugün Viyana’da 100 binin üstünde Türk yaşıyor ve bunların arasında çok sayıda Yozgatlı var. O yüzden Viyanalılar Yozgat isimli bir ülke var zannediyorlar! Başarısızlıkla sonuçlanan II. Kuşatma’dan sonra Viyana kapılarından dönmek zorunda kalan Türkler yanlarında götürdükleri kahve çekirdeklerini çuvallarıyla beraber geride bırakmışlar. Esir düşen Osmanlı askerleri Avusturyalılara yepyeni bir lezzetin kapılarını aralamışlar. Güne klasik bir Viyana kahvesinde kahvaltıyla başlayın. Melange’nıza Croissant’ı andıran ve II. Kuşatma sonrasında Osmanlı’nın hilali biçiminde yapılan Kipferl veya yuvarlak Semmel ekmeğiyle, reçel eşlik etsin. İmparator ilk kahveyi yapıp satma iznini, savaşta Osmanlı orduları arasına sızıp büyük yararlılık gösteren Kolshitzky isimli tüccara vermiş. Viyana’daki ilk kahve 1684’te açılmış, 1700’lerin başında sayıları dörde, 1900’lülerde 600’e ulaşmış. Benim şehirdeki en gözde kafelerim: Central, Hawelka, Demel ve Landtmann.
Abant’ta dinginlikle başbaşa
Fatih TÜRKMENOĞLUYılın bittiği gün, biraz da hayatı temize çekmek değil midir? Biraz muhasebe; biraz “oldu-olmadı” tutanakları, şöyle bir yoklama, sarsılma, hafiften “hiçbir şey beceremedim” ve “aferin bana ne kadar çok şey hallettim” duyguları arasında gidip gelmelerin günü, gecesi... Bol hayal, bir sürü karar... Öyleyse, kendime
dönmek yerine, neden bir sürü uyaranla dolu, keşfedilmeyi bekleyen kocaman bir şehre gideyim ki? Oysa yapılacak bir dolu önemli işim var: Ruhumu çamaşır suyu ile yıkamak, başlayacak seneye güzel bakabilmek için seçtiğim yer: Abant!
Öyle uzun çıkmalı yılbaşı sortilerinden vazgeçeli çok oldu. Sonsuz bir yorgunluk ve kendini unutacak kadar bağırtı, çağırtı ve içki bana göre değilmiş meğer. Ya da onlar daha gençlik günlerinin zıpçıktılıklarıymış. Her neyse¸ alana mani olmayayım, bu yaşta ve bu devirde hiç kaldıramayacağım.
Şöyle bir hayatı önüme sereyim bakalım... Elde ne var, uzanılacak olan hedef ne, durulan nokta neresi? Neler yapılacak, neler öğrenilecek? Kalp kırıklıkları, gönül yorgunlukları, tamir gerektiren ufak tefek duygular nerede? Yola koyulalım; çekiçler, keserler, çiviler, iğne, iplik ve yapıştırıcılarla doğru Abant’a...
UZUN UZUN YÜRÜYÜNAbant Gölü, Bolu sınırlarında; şehir merkezine 30 kilometre uzakta. Deniz seviyesinden bin 328 metre yüksekteki bu krater gölünün yüzölçümü, 1.28 kilometrekare. Yerleşimin taa Hititler’e kadar uzadığı sanılsa da, maalesef günümüze kalan pek tarihi kalıntı yok.
Ama bunun yanı sıra, bir orman var ki, insanın dudağı uçukluyor. Çam, köknar, kayın ağaçları; göz alabildiğine uzayan yaylalar ve manzara noktaları ile sonsuz bir dinginlik içinde yüzüyor insan.
Gölün çevresi 7 kilometreye yakın. Yaklaşık 1,5 saatte yürünüyor. Köşk’te güzel bir çay ve şömine önü dinlenmesiyle de, inanın “bir tur daha atsam mı” diye içinizden geçiyor. Sessizlik ruhunuzu okşuyor, temiz hava bedeninizi canlandırıyor. İşte ilk kararlar ve tamiratlar, o yürüyüş sırasında başlıyor...
Abant, her mevsimde çok güzel. İki ay önce gittiğimde, kırmızı sonbahar yapraklarıyla, masalsı bir filmin seti gibiydi. Yazın geceleri serin, gündüzleri hiçbir zaman yoracak kadar sıcak değil. Gölde sandal sefası pek bir doyulmaz oluyor. Baharın senfonisini nasıl anlatsam ki... “Uyanış, diriliş, varoluş, aşk, gençlik” falan... Şimdilerde kar düşmüştür belki de, ya da düşmek üzere. Bir kar yağdı mı, hava iyice yumuşuyor ya, anlatamam dinginliği. Duruyor her şey bir anda. Arada bir faytonun gıcırtısı, hafif at nalları, bir köpek havlaması inceden, ya da bir daldan biriken karın düşüş sesi; o kadar. Baskın olan ses, sizin iç sesiniz. Coşan ruhunuz, bağıran yüreğiniz, pembeleşen yanaklarınızla yürüyorsunuz işte... Hiç bundan daha güzel bir anda bulundunuz, daha etkileyici bir sahnede oynadınız mı?
FAYTON TURUNA ÇIKINŞimdi, yürüyerek kat ettiğiniz parkuru, bir de faytonla dolaşın. Hafiften yukarı oturduğunuz için midir nedir, manzara başka türlü geliyor. Abant’ın faytoncuları, sanırsınız “Lordluk Okulu” mezunları; Büyükada’dakilerle hiç benzeşmiyorlar. Hemen battaniyeleri veriyorlar, hemen çocuklara ve kadınlara birer ekstra çıkartıyorlar. Tam
yemek yerlerken durağa girdik, zorla izzet ikram... Bir de bizi dolaştıran İdris Balta, gazeteci olduğumu öğrenince “Aman abi bizim de tanıtıma katkımız olsun” diye para bile almak istemedi. Arzu Tramvayı’nda Blanche’ın en sevdiğim lafı aklıma geldi: “Yabancıların iyiliğine her zaman güvenmişimdir!”
Fayton gezisinden sonra da, belki ertesi gün, Abant civarı köylerinden gelen gençler, at turu yaptırıyorlar. Onların da arasında üniversite öğrencileri var. Bir de havaları yerindeyse, göl kenarında müthiş bir şov sergiliyorlar; aklınızda bulunsun!
İLLE DE SUCUK EKMEKAbant girişindeki köylü pazarı, son yıllarda fazlaca gelişti. Nedense iç sesim bazı ürünlerin, öylesinde marketlerden alınıp orada satıldığını söylüyor. Belki de benim kötü fikrimdir bu, ama birkaç sene öncesinde olduğu kadar ilgimi çekmiyor.
Bunun yanı sıra, sucuk-ekmekçiler dolup taşıyor. Seyfi Baba’nın acılı sucuğu ve müthiş manzarası enfes. Yarıya böldüğü ekmekleri de ocakta iyice pişiriyor, yanına da büyük bir bardak çay...
Zaten açık hava, bol hareket, dağlar tepeler, at gezintisi falan derken, nasıl olup da günde beş tam öğün yemek yediğinize şaşırıyorsunuz. Hiç dert etmeyin, nasılsa eski yıl; yeni yılla başlar bütün rejimler, tadını çıkartın!
İşte bir yıl daha bittiBenim içimden geçen yılbaşı rotası bu. Üç gün. İki gün Abant, bir gün çevresinde dolaşma. Bol bol yürüyüş; göl kenarı, ovalar, dağlar, karlar, ağaçlar. Bolca sonsuzluğa haykırma... Geçen geçti, yaşanan bitti. Artık ileriye bakma zamanı. Artık başka bir insan olmak için gerekenleri yapma zamanı. Arkadaş çevresi temizliği, kötü alışkanlık yok edişi, küllerden yeniden doğma arifesi... Akşamları bir bardak sıcak şarap, şömine başında defter-kalem, plan yapma zamanı...
Yeni bir hayat, tertemiz bir sayfa...
John Locke’ın meşhur “Tabula Rasa” teorisindeki gibi, bomboş zihinler, kirlenmemiş duygularla hayata yeni baştan başlama zamanı.
Hele bir de kar yağarsa, demeyin keyfime. Yazar, çizer, diker, parlatırım. Hatta kolalayıp ütülerim bir de dünyamı. O zaman işte tam Ataol Behramoğlu olurum. “Beyaz, ipek gibi yağdı kar/Yağsın/Dünya daha güzel olacak/İnanıyorum buna/Bir insan kalbinin güzelliğine/Çocukluğuna/Sonsuz cesaretine, olanaklılığına/İnandığım kadar”
Eskiyi gömer, yeni ben’le yeniden var olurum...
Ne derler? Yeni yıl, yeni hayat!
MUDURNU’YA DOĞRU UZANINAbant civarındaki ovalar muhteşem. İki tam gün, hatta üç gün çok ideal bir yıl sonu tatili olur bana göre. Bir günü civara ayırmak lazım; köylere, ovalar ve Mudurnu’ya.
Mudurnu yolu, böyle insanın “kuş olsam da uçsam” diyeceği sonsuzluk manzaralarıyla dolu. Mudurnu’nun kendisi de, şimdiye kadar hep otobandan geçtiğim levhaydı, meğer ne müthiş bir yermiş. Onarılan birçok eski konak var, bir kısmı da onarılmayı bekliyor. Eski camiler, 1930’da mahkumlar tarafından inşa edilen saat kulesi, köprüleri görülmeye değer.
Mudurnu’da saray helvası yapılıyor, ki çok lezzetli. Bir de, merkezde küçücük bir dükkanda, bir ana-oğul’un açtığı bazlama tostçusu var. Hiç yiyecek halim yoktu, ama aklım kaldı. Bir de ana-oğul’u çok sevdim.
Onun dışında yemekler çok şahane değil. Mudurnu tavuğundan yapılan kebap, eh işte; “kaşık sapı” denen kuru yoğurt, ceviz ve peynirli erişte, olmasa da olur. Ama bunun yanında, Mudurnulular o kadar güleç, o kadar temiz ki; gene de bütün yemekler ziyafetmiş gibi geliyor insana, bu da bir başka ayrıntı.
Hâlâ vaktiniz var ve gezmeye de gücünüz kalmışsa, araba kullanmaya devam edin. Birkaç küçük göl daha var çevrede, onları görün. Bir de mutlaka Taraklı’ya gidin. Bambaşka bir yazı konusu, detaylara hiç girmiyorum, ama reklamlardaki meşhur “Mümkünlü Kasabası” orası. Üniversiteden arkadaşım Banu Tuğsavul da, bir arkadaşıyla birlikte orada eski bir konak alıp onardı ve çok şık bir küçük otel olarak işletiyorlar. Belediye başkanı da çok sevdiğim bir arkadaşım. Yakınlarda gene gideceğim Taraklı’ya.