Güncelleme Tarihi:
Çoğu insan için değişmez bir kuraldır bu.
Nedense bitmesine çok az zaman kala; geçen bir yılın, acı tatlı yaşananların hesabını yaparız. Yani neden yıl ortasında değil de yıl sonuna bir hafta kala su yüzüne çıkar bu hesaplaşma isteği?
Niye yılın son günlerinde insan kendisiyle yüzleşme gereği duyar? Doğrular, yanlışlar, yapılanlar ve yapılamayanlar...
Yıl ortasında neden yapılmaz bu?
Mesela ‘Altı ay geçmiş; ne yapmışım, bundan sonra ne yapabilirim?’ diye düşünmeye başlayarak... O altı ay içinde yaptıklarımızla gururlanıp, yapamadıklarımıza üzülerek…
Geriye kalan altı ay, hedeflerimizi gerçekleştirmek için kamçılamaz bizi de, niye illa yıl sonunda hüzün, keder hatta bazen de isyan çanlarını çalar?
Geçen bir yıl, elden bir şeylerin kaçıp gittiğini mi yoksa başarılara sevinmekten çok yapılamayanları mı hatırlatır, insanı yiyip bitirirken?
Bunları niye ‘biten bir yıl’ anımsatır?
Yeni umutlar, güzellikler, yeni bir sayfa, yeni bir hayat dilenir gelen yeni yıldan.
Hem de nasıl gönülden…
Fark yoktur aslında yılın son günleriyle yeni yılın ilk günleri arasında. Güneş her akşam batıp her sabah doğmuyor mu? Çiçekler yeniden yeniden açmıyor mu?
En derin yaralar kapanmıyor mu ya da en büyük acılar küllenmiyor mu?
Bizler de çiçek gibi açacağız bazen solacağız.
Söyleyip bazen susacağımız dönemler de olacak.
Daldan dala konup sonra uçacağımız zamanlar da…
Hızla dönüp bazen duracağımız anlar da...
Yaşanan ne varsa dünden kâr sayıp, bunları heybeye atarak yola devam etmek gerektiğinin farkına varmak belki de asıl olan.
Belki bu yüzden, birçok insanın aksine, şimdiye kadar ciddi olarak yıl sonu muhakemeleri yapmayışım.
Kimbilir...
Böyle bir alışkanlığım yoktu ama bu kez yıl sonu değerlendirmesi yapmak istedim.
Beni çok mutlu eden olayların yanı sıra üzücü olaylar yaşadığım ve iz bırakan şeyler olduğu için sanırım değerlendirme yapmak isteyişim.
Kendimle ilgili olacak bu, haliyle.
E Türkiye ve Dünya’da, son bir yılda olup bitenleri, gazeteler ve televizyonlar yaparak arşivleyecekleri için bana da son bir yılda kendi yaşadıklarımın değerlendirmesini yapmak kalıyor.
2008’nin ilk günleri; pırıl pırıl, umut dolu olarak geldi.
İstediğim konumda, yoğun bir tempoda, yaratıcılığın heyecanıyla çalışarak…
Ama bilirsiniz ki; ülkemizde başarı cezasız kalmaz!
Yılın üçüncü ayı, sadece kapıdan baktırıp, kazma kürek yaktırmakla kalmadı, bazı şeyleri tepe taklak etti. Beni de…
Sonra... Bahar, yaz, sonbahar...
Coşkular da oldu, sevinçler de, hüzünler de...
Kederler de, gözyaşları da, mutsuzluklar da... Yalnızlıklar da, aşklar da... İkilemler de, çaresizlikler de...
Bunların yanı sıra…
Çok iyi tanıdığımızı sandığımız insanların ikiyüzlülüğünü, yanımızda olduğunu düşündüklerimizin de aslında hiç ama hiç yanımızda olmadığını gördük. Bu konuda yapılabilecek bir şey yoktu. Elden bir şey gelmedi, çok üzüldük sadece. ‘Yanımızda olmayanlar olmasın, kalan sağlar bizimdir’ mantığıyla baktık ama içimiz acıdı ne yalan söyleyeyim.
Elde ettiğim başarıyı çekemeyenler... Bunun hırsıyla karşılaştığım rekabetler... Bizi ve başarımızı kıskananları da gördük. Anlamaya çalıştık bu durumları ama asla anlayamadık.
Derken…
Çalıştığım şirkette bana yapılan haksızlıklara dayanamadım ve Ağustos ayında çok sevdiğim işimden istifa ettim! Kurduğum düzeni bozup Adana’ya dönmeye bir hafta kala ‘Hürriyet’ime kavuştum!
1 Eylül 2008 milat oldu benim için.
Çünkü gerçekten hürriyetime kavuştum bu tarihte.
Hürriyet’te köşe yazıları yazıp, röportajlar yapmaya başladım. Yani sevdiğim işi.
O günden yani 1 Eylül 2008’den itibaren yok benden mutlusu.
Dönüp baktığımda; sevdiğimiz işi yapabilmenin, çalışmanın, yaratmanın bize baki kalan tek şey olduğunu da öğrendim. Sevdiğim işte çalışabildiğim için daha da farkına vardım hayatın, bu anlarda keyiflenerek. Bu yüzden işte yoğun olsam da, yorulsam da, işime daha sıkı sarılışım.
Bunların yanı sıra, insana kalan gerçeğin; içimizdeki sevgi dolu ruhla, kirlenmeden, bozulmadan hedeflere doğru yol almak ve gülerek yaşamak olduğunu anladım.
Ve mutluluğu onda, bunda, sağda solda aramanın çözüm olmadığını...
Çözümün, hücrelerimizi yenileyen sevinç ve hazların kaynağının bizde olduğunu, kendi içimizde mutlu olmamız gerektiğini de öğretti hayat bana.
Küçük şeylerden mutlu olabilmeyi de… Bir çocuğun gözlerindeki saflığı, doğan güneşi, pencere kenarındaki ekmek kırıntılarını gagalayan kuşları gördüğümüzde, sevdiğimiz birine sıkıca sarıldığımızda, çok sevdiğimiz bir şarkıyı duyduğumuzda, en sevdiğimiz yemeği yediğimizde, bir arkadaşımızla sohbet ettiğimizde, birine iyilik yaptığımızda ya da hediye verdiğimizde yaşadığımız mutluluğun içimize işlediğini hissedebilmek belki de asıl olan.
Bunları gerçekleştirdiğim ve hissettiğim anlarda aynaya baktığımda, gözlerime yansıyan mutluluğu da görebiliyordum.
Kasım ayında yeni yaşıma girerken; ne mutlu ki arkadaşlarım beni yalnız bırakmadılar ama ailemden uzakta olmak hüzünlüydü tabii. Tam da mevsimini yaşarken... Hüzün beni sarmalamışken aynı zamanda anladığım şuydu; hayatın kendisi değil miydi aslında hüzün? Rengarenk mutlulukların altında yatan alacalı fonu değil miydi yaşamın?
Mutluluk ve hüzün içiçe...
Tıpkı hayat gibi.
Yılın son ayı, tanımaktan çok mutlu olduğum, aynı frekansta buluştuğumuz birkaç arkadaş da getirdi kalbimin kapısına. Birkaç gün sonraki Noel Baba’nın hediyesine gerek kalmadı yani. :)
Ama Noel Baba da hediye getirse hiç de fena olmaz hani. Güzel ve kalıcı bir hediye…
Hediye almayı kim sevmez?
Değil mi?
Kısaca özetlemek gerekirse nasıldı yıl sonu karnem? Ne iyi ne kötü aslında.
Yani bir yıl içinde mutluluğu da yaşadım, dibi de boyladım.
Hayat böyle bir şey işte!
Bize hep notlar verecek.
Yıldızlı pekiyi de alacağız, gün gelecek sıfır da…
Eski yıl, yeni yıl fark etmeyecek o zaman. Önümüzde uzun bir yol var. İyi-kötü, doğru-yanlış şeylerle karşılaşıp, ara sıra tökezlesek de yürümeye devam edeceğimiz uzun bir hayat yolu...
Şöyle bir gerçek de var. Gelen yeni yıl; hiç kimseye, hiçbir şey vaat etmiyor aslında. Bu vaatleri veren biziz. Kendi kendimize… O yüzden giden bir sevgiliye hüzünle bakışımız gibi, giden bir yılın arkasından duygusal ve biraz da pişman oluşumuz.
Hele bir de çok sevdiğimiz biri ya da biten bir aşksa aklımıza düşen, dün gibi hatırlarız anıları. İçin için sızlar gönlümüzün kabuk bağlamayan yaraları. Dağ gibi, deniz gibi acılarımıza şahit sadece şarkılardır. Bir yanımızın hüzünlü, sevinçlerimizin buruk olması, dalgalı deniz oluşumuz ve bazen kıyılarımızın ıssız oluşu bundandır işte.
Anlıyorum. Biliyorum.
Ne zaman ümitle hayata göz kırpsanız, çiçek açsanız kapınıza dayanır sonbahar.
Bir yanıp bir sönüşüm, bir ağlayıp bir gülüşüm... Bu yüzden sevinçlerimdeki burukluğum. Bazen aklıma geldiğinde üzüldüğüm ise zamanında yaşayamadığım deli tutkum olan aşk, bazen de yitip giden çocukluğum...
Yeni yıla girerken, alış – veriş merkezlerinde gördüğümüz ve evlerin kapılarındaki göz alıcı yeni yıl süslerine bakarken; duygusallığı ve pişmanlığı o kapı önünde bırakabilmek gerek galiba!
Ne dersiniz?
Kapı açılacak birkaç gün sonra. İçeri gireceğiz.
İçerde parti başlayacak. Gözümüzü alan, o akşama özel olduğunu sandığımız ama aslında hayatın her zamanki partisi... İçerde güleceğiz, ağlayacağız, keyifle içeceğiz içkilerimizi, dans edeceğiz, oynayacağız. Hüzünleneceğiz ve daha neler neler...
Peki nasıl gireceğiz, bizi buyur eden yeni yılın kapısından içeri?
Umutla…
Sevgiyle…
Aşkla…