Yeşilçam’ın görünmeyen sesi BELKIS ÖZENER

Güncelleme Tarihi:

Yeşilçam’ın görünmeyen sesi BELKIS ÖZENER
Oluşturulma Tarihi: Mart 12, 2006 00:00

O, sonradan iade-i itibar yapılan ve tekrar tekrar izlettirilip ezberletilen eski Yeşilçam filmlerinin görünmeyen sesi. O kadar görünmeyen bir sesti ki, yıllarca beyazperdenin karanlık, havasız ve küçücük dublaj odalarından gönderildiğini kimse bilmedi. Oysa dönemin en ünlü kadınlarına o ses hayat, renk verdi, ünlerine ün kattı. Ancak hayatının hiçbir döneminde onların önüne geçmeyi aklının ucundan geçirmedi. Geride, kenarda, gölgede kaldı. Dönemin yapımcıları da, güzel sesi ve yeteneği kadar, bu özelliği yüzünden çok sevdiler onu.

Dolayısıyla kadri bilinmemişlerin, kolayca unutuluvermişlerin arasında aldı yerini. Oysa beklediği "Yeşilçam’da 300’den fazla filmin şarkılarını seslendirmiş Belkıs Özener’e" kabilinden, kuru bir selamdı. Çok yıllar sonra da olsa, sonunda birileri hatırladı, bir belgesele konu oldu, ödüller aldı. Ardından Kalan Müzik, ulaşabildiği eski kayıtları günyüzüne çıkardı ve bir albüm hazırladı. Bu hafta piyasaya çıkan Belkıs Özener/ Sahibinin Sesinden adlı albümü dinleyince çok iyi hatırlayacaksınız, çocukluğunuzda, neredeyse annenizin sesi gibi bilinçaltınıza girip yerleşmiş o sesi. Siyah-beyaz film karelerini renklendiren Boş Çerçeve’yi, Buruk Acı’yı, İçin İçin Yanıyor’u, Yağmurun Sesine Bak’ı, Dudaklarında Arzu’yu. Yıllardır dinleyip ağladığımız ses, demek onunmuş, diyeceksiniz. Ve lütfen ezberinizi bozacaksınız: Belleğinizde Türkan Şoray’ın titreyen dudaklarından dökülen "Şimdi söyleyeceğim şarkıyı mutlu insanlara adıyorum" tiradını attıktan sonra başladığı şarkı olarak kalmış Sevemedim Karagözlüm’ü, ne Şoray, ne de onu konuşturan sanatçı söylüyor: O Belkıs Özener. Naim Dilmener’in sorduğu gibi, filmin hiçbir karesinde görünmeden, yalnızca şarkı söyleyerek bir filmin baş oyuncusu olmak mümkün mü? Teorik olarak değil. Ama Belkıs Özener bunu başardı. Üstelik tam da "o şarkı"daki gibi oldu: "Üzülme sen meleğim, gün olur kavuşuruz..." Sahibinin Sesi, biraz geç de olsa aramızda...

28 Mart 1940 günü, İzmir’in Kestelli semtinde iki katlı cumbalı bir evde doğar Belkıs Özyenginer. Erzincanlı yol müteahhidi Mehmet Bey ile Yugoslav göçmeni, dünya güzeli Fatma Hanım’ın üçüncü kızı olarak, en büyük ablası Belma’dan altı, ortanca Gönül (Yazar) Özenginer’den üç buçuk yıl sonra...

O daha iki buçuk yaşındayken, üç kızkardeşin anne ve babaları ayrılır; Belma anneye, Gönül babaya verilince, Belkıs’a iki teyze arasında mekik dokumak kalır. Anne-baba sevgisinden uzak büyümesi bir yana, anne dediği kişinin aslında teyzesi olduğunu ilkokuldayken komşulardan duyar, sarsılır. Annesine sorduğu "Ben fazla mıydım?" sorusu boşlukta kalırken, geceleri tombul kollarından birini annesi, birini babası diye öperek uyumaya başlar. Mutsuzluğunu, ablalarıyla ancak buluşabildiği, upuzun sarı saçlarının çok güzel koktuğu, salıncakta sallanırken eteklerinin uçuştuğu bayram günlerinde gidermeye çalışır.

12-13 yaşlarındayken, ablası Gönül yaşını büyüterek evlendiği Necdet Yazar’la Ankara’ya taşınınca, o da ortaokulu bırakarak doğduğu kenti terkeder, söylediğine göre "ablasına sığınır." Ablası ve eniştesiyle radyoya gittiği, onlar çalışırken kulaklarını dört açtığı, dönemin Zeki Duygulu, Mualla Mukadder gibi ünlü sanatçılarının sesini güzel bulduğu Ankara’daki hayatı sever. Ancak Gönül Yazar evlenme ve boşanma maratonuna erken başladığı ve ilk boşanma gerçekleştiği için iki kızkardeş bir yıl bile geçmeden İstanbul’un yolunu tutarlar.

ABLASI GÖNÜL YAZAR NE YAPTIYSA O YAPMADI

Beyoğlu Balo Sokak’taki Madam Anna’nın evinde tek göz bir odaya yerleştiklerinde, Gönül Yazar "taş bebek" olarak ünlenmeye başlamıştır, "birbirimize benzemeyelim" diye saçlarını siyaha boyattığı kardeşi Belkıs da gölgesi gibi arkasındadır. İkisi de küçüktür aslında, dudaklarını rujla dolgun göstererek poz verirler objektiflere. Gerçi sonradan ders aldıracaktır ama, Gönül Yazar o sıralar "kardeşinin sesi de çok güzel" diyenlere, "Bir aileye bir şöhret yeter" demektedir.

Ablası sayesinde kısa sürede tek göz odadan dönemin ünlü Tokatlıyan Oteli’ne taşınırlar. Akşamüstleri ablasıyla Turkuaz Gazinosu’nda o yılların müthiş, "keman gibi" seslerini dinleyerek öğrenmeye başlar Belkıs. Perihan Altındağ Sözeri, Hamiyet Yüceses, Radife Erden, Selahattin Pınar, Sabite Tur Gülerman, sonraları Zeki Müren olur hocaları. Önce Yüceses gibi "kadı kadı", sonra Sözeri gibi kibar söyler, sonunda Belkıs’ın sesini bulur. Alaaddin Yavaşça, Zeki Duygulu, Radife Erden’den ders alır. Sonra o da ablası gibi bir ses yarışmasını kazanacaktır.

Ablasına sığınmıştır ama onun koruma-engelleme arası tavrından belli ki çok hoşlanmaz, şarkı söylemek ister.

Daha 14 yaşındayken, Sabite Tur Gülerman’ın alt kadrosunda yer almak üzere, gizlice turne programını kabul eder. Bu ona ablasından, hem de kemerle müthiş bir dayak yemesine neden olacaktır ama yolundan döndürmez, o turneye çıkar. Dönüşte, kazandığı parayla kendine bir oda tutar. Zaten Gönül Yazar da o sıralar flört ettiği Celal İnce’yle Amerika’ya uçmuştur. Bundan sonra da hayatı boyunca ablası ne yaptıysa, onu yapmaz; sadece bir kez evlenir, çocuklarının annesi olur, ortalara çıkmaz, iddiadan uzak durur, dekolte bile giyinemez...

Tepebaşı Gazinosu’nda Perihan Altındağ’ın alt kadrosunda, günde 2,5 liraya sahneye çıkmaya başlar. İlk ve tek eşi, üç çocuğunun babası Rauf Köksalan’ı orada tanır. Tıpkı sonradan seslendireceği Türk filmlerindeki gibi, sürekli gazinoya gelip ön masalardan hayranlıkla onu izleyen, çiçekler gönderen Köksalan, zengin bir demir tüccarıdır. Gerçi evli, üç çocukludur, bir başka sanatçıyla flört halindedir ve Belkıs Özener’e gönderdiği çiçekler o sanatçı tarafından parçalanmaktadır ama aylar sonra onu kandırmayı başarır.

Evlendiğinde 16 yaşındadır. Aşk nedir bilmeden, kendisinden büyükçe olan kocasına güven ya da baba şefkati arayışıyla sarılır. Sert mizaçlı, asabi, kıskanç biridir kocası. Buna rağmen, sürekli olmamak kaydıyla gazino programlarına sesini çıkarmaz. Çünkü müzikten uzak kaldıkça hastalanması, sürekli kanamalar yaşaması üzerine, yıllarca doktoru olacak Alaaddin Yavaşça "müzikle tedavi" reçetesi yazmıştır.

27 yıllık evliliğinde Özener zaman zaman sahneye çıkar ama önce çocuklarını doyurup, kocasının akşam yemeği masasının hazırlığını eksiksiz yaptıktan sonra... Şarkılarını söyler söylemez, koşa koşa evine gelerek... Zeki Müren bir gün ona "Ee öyleyse git evinde çocuk bak, burada işin ne" diyene kadar, aralarda bebeklerini emzirerek...

SESİM BENDEN ÇOK TÜRKAN ŞORAY’A YAKIŞTI

Gazino hayatını Türk filmlerinden çok iyi bildiğimiz "iffetli" gazino sanatçısı kadınlar gibi yaşadığından mıdır bilinmez, hayat onu yavaş yavaş Yeşilçam’a doğru hazırlamaktadır. Bu kez üçüncü çocuğuna, şimdi o da Türk Sanat Müziği sanatçısı olan oğlu Barkın Köksalan’a hamiledir, ama haberi yoktur. Komşusu da olan film müzikleri yapımcısı Metin Bükey çalar kapıyı bir gün; "hadi hazırlan bir yere götüreceğim seni" der. "Midem bulanıyor, Rauf ikimizi de öldürür" laflarını dinlemez, çünkü filmlerde şarkıları seslendiren Sevim Şengül bir kaza geçirmiştir, birine acilen ihtiyacı vardır.

Dublaj odasında, önüne mikrofonu ve Sinekli Bakkal filminin fragmanlarını koyarlar. Ekranda Türkan Şoray, bir şarkıyı söyler gibi yapmaktadır. Yıl 1967’dir. Yönetmen ve tonmayster, onun sesini Türkan Şoray’ın etli dudaklarına çok yakıştırır. İşte 100’ü Türkan Şoray’ın olmak üzere, 300’den fazla Yeşilçam filminin şarkılarını söylemeye o zaman başlar. Gerçi Şoray onu bunca yıl hiç merak etmez, tanışmak istemez, hatta birkaç yıl önce bir programda "Hatırlamıyorum, adını bilmiyorum" der ama o bugün bile "Sesim benden çok Türkan’a yakışır!" diye düşünür.

İşin en tuhaf yanı nedir biliyor musunuz? Şarkılar önce stüdyoda okunup, sonra oyuncular tarafından playback sistemiyle okunur gibi yapılmaz. Tam tersine, oyuncu bildiği kadarıyla yalan yanlış söyler gibi yapar, asıl iş, stüdyoda şarkıyı o dudak hareketlerine uydurmaya çalışana düşer! Seyrettiğimiz eski Türk filmlerindeki senkron sorunu, işte bu tuhaf sıralama yüzündendir!

Gündüzleri stüdyoda, etek bluzla şarkısını söyleyip akşam evine döndüğü için kocasının; üç kuruş parasını alıp işini çok güzel yapıp hem de ne jenerikte ne de başka bir yerde görünme hevesinde olmadığı için yapımcıların çok hoşuna gider Belkıs Özener’in bu yeni mesleği. Onca yıl boyunca sesini verdiği hiçbir oyuncuyla karşılaşmaz, karşılaşmayı talep etmez, peynir-ekmek ya da helva-ekmek yiyerek vardiyasını doldurur. Hafta olur 15, hafta olur üç şarkı seslendirir; hep aynı parayı alır. Bir gün bile zengin kocasından para istemez, o komidinin üzerine ne bıraktıysa onu harcar eve, bazen kendi "küçük serveti"nden üstünü tamamlar. Ama çocuklarından sonra, işini çok sever.

Zaten jeneriğe girmeyi nasıl isteyecektir, seslendirdiği filmleri izlemez ki! Çocukları, kocası, evde işleri vardır, gelen biletleri komşulara dağıtır. Yıllar sonra televizyonda o filmler gösterildiğinde oğlu farkedecektir, "Bak bu da senin sesin" diye ve sayacaklardır, 300 filmden sadece 10-15’inin jeneriğinde adı vardır; şarkıları seslendiren Belkıs Özener diye...

BU NE BİÇİM ŞARKI: CİVCİV ÇIKACAK KUŞ ÇIKACAK

Yıllar geçer, devran döner. Bir dönemin çok iş yapan şarkılı filmler yerini seks filmlerine bırakır. Gönül Yazar’ın deyişiyle o filmlerin artistleri "sapır sapır gazinolara dökülür." (İçlerinden bir Hülya Koçyiğit hatırlayacaktır bunu: "Belkıs Hanım, biz sizin sesiniz sayenizde şarkıcılık yapabildik!") Onu ise yine Beyoğlu’na stüdyoya çağırırlar. Ama bu kez bir tuhaflık vardır. Fragmanda Mine Mutlu’nun yarı çıplak görüntüsü, sazlarda onun "avam" bulduğu nameler, sözler ise daha da anlaşılmaz: "Civciv çıkacak, kuş çıkacak!"

Bu ne şarkı, ne türkü olan parçayı, garip duygular içinde, sırtından ter boşalarak okur. Sonradan anlayacaktır nasıl bir filmi seslendirdiğini. Her zaman zarfla verilen para eline tutuşturulup, İstiklal Caddesi boyunca elindeki terden sırılsıklam olunca, o çok sevdiği mesleği bırakmaya karar verir.

Zaten Yeşilçam gibi, eşi de hastalanmıştır; sonraki birkaç yılı ona bakmakla geçer. Onu kaybettikten sonra ara ara yaptığı gazino programlarına devam eder bir süre. Sonra her şeyden elini ayağını çeker, mütevazı emekli hayatına kapanır. Biraz da unutuluşa gönül koyarak... Taa ki 2003 yılında, TRT’de hazırladığı Kırkbeşlik programı için Murat Meriç onu bulana kadar. "Yeşilçam’da Şarkılı Filmler" başlıklı bölümle hatırlanır nihayet. Ardından, Türk filmlerinin efsanevi ses teknisyeni Necip Sarıcıoğlu, özenle sakladığı film şarkılarının stüdyo kayıtlarını ortaya çıkarır. Tabii 300 filmin tamamının değildir, ama onu bize hatırlatacak kadarı vardır. Ve Kalan Müzik’in girişimiyle, hatırlanmış olmasının sevincini gölgeleyen boşluk da dolar: Filmlerde okuduğu o güzelim şarkıların olduğu ve üzerinde bu kez kendi adının yazılı olduğu bir albüm!
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!