Başka diyarlarda hasat mevsimi bir şenliktir. Üretici, zorlu geçen bir yılın ardından, hasatta tüm yorgunlukların acısını çıkartır. İçer, sarhoş olur, dans eder, kendinden geçer... Tüm bu eylemler, bir sevinç ve coşku içerir. Hasat mevsimlerinde tüm bölgeye bir mutluluk hakim olur. Herkesin yüzü güler, herkes neşelidir, kalplerde dostluklar yeşerir.
Biz de ise hasat, ürün kaldırmaktan öte pek bir anlam taşımaz. Hatta hasatta öfkeler daha da kabarır. Çünkü üretici ürününün değerini alamamaktan şikayet eder. Zamlardan yakınır. Protesto olsun diye bir yıllık emeğini yollara döker. Bizim hasatlarda bir hüzün hakimdir hep. Aslında düğünler hep hasada denk gelir. Üründen gelen para ile yeni yuvalar kurulur. Şarkılar söylenir, müzikler çalınır, oyunlar oynanır... Hepsi bu kadar. Hasadın neşesi düğünle sınırlıdır. Karpuz güzeli seçilse de, kayısı festivali yapılsa da, sarımsak için eğlenceler düzenlense de, bizim üreticimiz, şenliğe pek açık değildir.
Türkiye’de iki hasat kendini biraz hissettirir. Bunlardan biri üzüm hasadıdır. Ağustos sonunda Bozcaada şenlenir. Sokaklar müzik sesleriyle dolar. Her köşede çiftler dans ederek fısıldaşır. Şarap şişeleri elden ele dolaşır. Ada, günler boyu şen kahkahalarla çınlar durur. Gönül ister ki Türkiye’nin “Bordeux” su sayılan Denizli’nin Güney ilçesinde de, Çeşme’de de, kıymetli üzümlerin yetiştirildiği Saroz’da da, Öküzgözü ile Boğazkere’nin diyarı Elazığ civarında da bu şenlikler yapılsın.
Diğer şenlikli bir hasat da, kasım başında yapılan zeytin hasatıdır. Ayvalık Ticaret Odası’nın ön ayak olduğu bu şenlikler de, Ayvalık, özellikle Cunda adası Türkiye’nin dört bir yanından gelen zeytinseverlerle dolar taşar. Tüm gökyüzü zeytinyağı kokar. Zeytin ağaçlarının altına masalar kurulur, lokantalarda masaları zeytinyağlı mezeler süsler. Kadehler zeytin için kalkar. Oysa, dağı taşı zeytin ağacı ile kaplanmış Edremit Körfezi’nde, Gemlik’te, Milas’ta ya da tüm Ege sahillerinde hasat zamanı çıt çıkmaz nedense. Veya çıkar da biz duymayız.
Üzüm ve zeytin hasadına bu yıl bir de “Çay Hasadı” eklendi. Lipton firmasının öncülük ettiği bu şenlikte yemekler yendi, müzikler dinlendi, bahçelerde çay toplandı, yeşil cennetin tüm güzellikleri ile kucaklandı. İşte size bu hasadı anlatmaya çalışacağım.
KULAĞIMDA SU SESİ PENCEREMDE YILDIZLARUçak Trabzon’a indiğinde Karadeniz kararmıştı. Ne bir gemi ne bir ışık görünüyordu uçsuz bucaksız denizde. Sessizliğine bakılırsa sakin sakin uyuyordu. Otobüs, kentlerle denizin arasına giren kıyı yolundan süzülüp gitti. Trabzon’dan çıkınca kent ışıkları kayboldu. Karanlık tepelerde, bir o yanda bir bu yanda göz kırpan köy ışıklarından başka her şey siyaha boyandı.
Otobüs, Çayeli’nde herkesin tanıdığı Hüsrev’in önünde durunca, yolcuların uykulu yüzüne bir gülümseme yayıldı. Çünkü burada Türkiye’nin en lezzetli kurufasulye yemeği pişiyordu. İspir’in köylerinden gelen şeker fasulyesinin şeker gibi tadı herkesi mutlu etti. Yolcularını yüklenen otobüs, Fırtına Deresi’ni soluna alıp Ayder Yaylası’na doğru tırmanmaya başladı. Karanlıkta dereyi kimse göremedi ama sesini herkes duydu, akışını düşledi.
Biz Ayder’e vardığımızda yayla uykuya çekilmişti bile. Yatağıma uzanıp su sesine kulak verdim, yıldızlara bakıp uzay düşleri kurdum, sonra kendimi huzurlu, yeşil bir rüyanın içinde buldum. Uyandığımda, güneşli bir güne günaydın dedim. Ayder’de ilk uyanışım değildi bu. Kimi zaman karlı, kimi zaman sisli, kimi zaman yağmurlu günlerle de
selamlaştığım olmuştu bu cennet yaylada.
Pencereden Ayder’e baktım. Yeşilin binalar tarafından nasıl kemirildiğini bir kez daha gördüm. Önüne gelen, aklına estiği gibi bir bina kondurup, yaylanın ölüm fermanına imzasını atıyordu. Bu çirkin binaları yapanlar, yeşil bitince buraya kimsenin gelmeyeceğini bilemeyecek kadar aymazlardı. Ayder’den aşağıya doğru inerken Fırtına Deresi’nin tüm öfkesini görebiliyordum artık. Derenin başlangıcı Kaçkar Dağı’nın kuzey yamaçlarına kadar uzanıyordu. Dağın çeşitli yamaçlarından kopup gelen Durak, Hemşin, Hala, Polovit, Elevit, Tunca dereleri birbirleriyle kucaklaşıp, öfkesi, şırıltısı, köpüğü hiç dinmeyen Fırtına Deresi’ni oluşturmuşlardı. Bir kolyeyi andıran asırlık köprüler, derenin iki yakasını bir araya getiriyordu.
VADİM O KADAR YEŞİL KİFırtına Vadisi yeşilin her tonundan nasibini almıştı. Kızılağaçlar, kayınlar, ladinler, meşeler, kestaneler, gürgenler, köknarlar, şimşirler kümelenmiş, bir kardeş gibi sarmaş dolaş olmuşlardı. Ormanların bittiği yerler Alpin çayırlıklarıyla kaplanmıştı. Daha eteklerdeki boşluklarda ise çay bahçeleri yerini almıştı. Bu yeşil cennet, Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) tarafından acil korunması gereken yüz ormandan biri seçilmişti.
Ziyaret edeceğimiz çay fabrikası, derenin denizle kucaklaştığı yerdeydi. Fabrikada çayın başına gelenleri izledim: Yeşil yapraklar kuruyor, kesiliyor, saplarından ayrılıyor, akıyor, dönüyor, dökülüyor ve sonunda tavşan kanı olacak kıvama geliyordu. Çay yaprağının öyküsünü, çay tadımının inceliklerini öğrendikten sonra öğle yemeği için tekrar dağa tırmandık, derenin kıyısındaki Osmanlı Restoran’da mola verdik: Kuymak, karalahana sarması, alabalık, fasulye turşusu, süzme yoğurt, kestane balı, Laz böreği... Biz
yemek yerken dere gümbür gümbür akıyor, karşıdaki dik yamaçlarda, sırtlarındaki sepetlerle kadınlar çay kesiyordu.
Karnımız doyunca biz de bir bahçeye gidip, hasata katıldık. Bahçeye dağılmadan önce üreticilerle horon teptik, tulumdan çıkan müziğe eşlik ettik. Kadınlar bize makasın nasıl kullanıldığını öğretti. Ben makası elime almadım. Hasadı parmaklarımla yapmaya karar verdim. Çünkü dünyanın bir çok yerinde çayın iki buçuk yaprağı, “
balık yaprağı”na zarar vermeden parmakla toplanıyordu. Bunun nedeni, hem sadece kaliteli yaprakları koparmak hem de balık yaprağının hemen altındaki gözlerden yeni sürgünlerin çıkmasına fırsat vermekti. Bu usulde tarlanın ürünü daha bereketli oluyordu. Oysa makasla yapılan hasatta bu özen gösterilmiyordu.
Bir yandan iki buçuk yaprakları topladım, bir yandan da üreticilerin bu yıl verilen fiyat konusundaki şikayetlerini dinledim. Çoğu çay bahçelerini sökmekten bahsediyordu. Her yıl aynı öfke dillendirildiğini, yarın
seçim olsa yine aynı hükümete oy vereceklerini bildiğim için gülüp geçtim. Hatta, “Başbakan sizin hemşeriniz değil mi” diyerek öfkelerini biraz da ben kabarttım. Hasat, güneş batınca sona erdi. Ayder’e döndüğümüzde çocuklar kadar şendik. Giyinip, süslenip akşam yemeğinin yeneceği mekana geldik. İçeri girince gördüklerim karşısında şaşırıp kaldım. Kolalı beyaz örtülerin örttüğü masalar, gümüş şamdanlarla süslenmiş, şık tabakların yanına gümüş çatal bıçaklar sıralanmış, şarap kadehleri yan yana dizilmişti. Sanki burası Ayder’de mütevazı bir otelin restoranı değil de, İstanbul’da çok şık bir lokantaydı. Mönüyü ise dünyaca ünlü Four Seasons oteller zincirinin tek Türk executive şefi Mehmet Gök ve ekibi hazırlamıştı. Ünilever’de Gıdadan Sorumlu Başkan Yardımcısı Mustafa Seçkin, yaptığı konuşmada bu ünlü şefi yaylaya gelmeye nasıl ikna ettiğini anlattı. Mehmet Gök, malzemeleri Çamlıhemşin pazarından almıştı. Mısır çorbası, Rize çayında marine edilmiş somon, taze çay filizli risotto, kaldırık otu ve karayemişle pişirilmiş levrekten oluşan mönüyü, Çamlıhemşinli garsonlar kentli meslektaşlarını aratmayacak maharette servis etti. Ayder, Ayder olalı böylesine lezzetli ve şık akşam yemeğine ilk kez şahit oluyordu.
ÇAY İÇME REKORTMENİYİZ
Son günümüzde Çamlıhemşin’in merkezindeki konakları gezdikten sonra, dere kıyısındaki bir kahveye oturduk. Mustafa Seçkin, burada bize çayı anlattı. Çay yaprağının, Çin imparatorunun fincanına nasıl düştüğünden başlayıp, bugüne kadar geldi. Mustafa Seçkin, çay tüketiminde dünya birincisi olduğumuzu, günlük tüketimin kişi başı dört bardağa ulaştığını, nüfusun yüzde 96’sının her gün çay içtiğini, 2008 yılında toplam çay pazarının 103 milyon lira olduğunu bir bir sıraladı.
Yaylanın havası, suyu ve çayı insanı acıktırıyordu belli ki! Öğle yemeğini, Çamlıhemşin’in hemen girişindeki İbo’nun Yeri’nde yedik: Süzme yoğurt, nohutlu karalahana yemeği, fasulye turşusu kavurması, ıspanak kavurması... İbo ve karısı öylesine lezzetli yemekler yapmışlardı ki, yemekleri yerken damağımın çatladığını hissettim.
BAHARIN AVANTAJLARIAkşam yemeğinde de Akçaabat’ta Nihat Usta’nın köftelerinin tadına bakıp, biraz kilo almış, çok mutlu olmuş, çay konusunda bilgilenmiş, bol bol eğlenmiş olarak Karadeniz’e veda ettim. Sanırım gelecek yıl yapılacak çay hasadını dört gözle bekleyeceğim.
Bu arada yazıyı okuduktan sonra bölgeye gitmek isteyenlere bazı önerilerim olacak. Bu mevsimde Karadeniz’in yaylaları yağmurlu olur. Bölgenin yağmuru öyle çiseleyen cinsten değildir. Bardaktan boşanırcasına yağar, bir anda sizi sırıl sıklam ediverir. Onun için sırt çantanıza bir yağmurluk koymayı ihmal etmeyin. Eğer meraklıysanız yaylalar treking için biçilmiş kaftandır. Çıkışlar, inişler, orman yolları, dere kenarları derken mesafeleri unutup gidersiniz. Bu mevsimde her yer çiçeklerle bezenir. Başta bülbüller olmak üzere, üreme dönemindeki ötücü kuşlar en güzel şarkılarını söyler. Gezinizin çiçekleri, ötücü kuşları tanımak için vesile olmasını istiyorsanız yanınıza Doğa Derneği’nce yayımlanan cep rehberleri almanızı öneririm. Bir de yaylalarda geceler bu mevsimde serin olur. Gece karanlığında çimenlerin üstüne uzanıp, yıldızları seyrederken üşütebilirsiniz. Bavulunuzu veya çantanızı yaparken bu uyarımı göz ardı etmeyin.
Bölgeyi bilenler size, Ayder Yaylası’nda turizm mevsiminin 15 Temmuz’da başladığını söyleyecektir. Yanlış sayılmaz. Yağmurlar bu dönemde azalır. Ama o tarihte tatilciler, Karadeniz’in tüm piknikçileri Ayder’in ve diğer yaylaların yolunu tutar. Festivaller birbirini izler. Yılboyunca ıssızlığı yaşayan yaylalar kalabalıklarla dolup boşalır. Kafanızı dinlemek için gittiğiniz yeşil cennette bir anda gürültüye boğulabilirsiniz... Seyahat planınızı yapmadan, baharın avantajlarını da gözönüne almanızı öneririm.
Maharetli fırıncıların görkemli konakları
Çamlıhemşin’in merkezinde, tarihi konakların bulunduğu mahalleyi gezdik son günümüzde. Yeşil tepelerde, yakın doğanın taşı ve ahşabı ile inşa edilen bu muhteşem konaklar, doğayla ve birbirleriyle uyum içinde bir tabloyu andırıyorlardı. Göz alıcı işçilikleri, zenginlik göstergesi büyüklükleri ile tepeleri masal dünyasına çeviriyorlardı. Tam kat yüksekliğindeki kapı kasaları, oymalı kapıları, çiçeklerle bezenmiş derin pencere içleri, dış kapı alınlıklarına resmedilen figürler insanı kıskandıracak kadar güzeldi.
Bu konakları, Birinci Dünya Savaşı sırasında Kırım, Moskova, Varşova hattında çalışan Çamlıhemşinli fırıncılar yaptırmıştı. Onların torunları ise Türkiye’nin en maharetli pasta ustaları olup, ülkenin dört bir yanına dağılmıştı.
Çay zindelik sağlar, depresyonla savaşır
Araştırmacı John Bloefeld’e göre, çay Tao’nun ruhuna benzer. Kendiliğinden akar, bir oraya bir buraya gider, zorlamaya direnir. Bloefeld, Çin metinlerinde çaya atfedilen özellikleri şöyle sıralar: · Bütün uzuvlar kan dolaşımını kolaylaştırır, zindelik verir. · Depresyonla savaşır, huzur verir. · Cildi temizler, gerer, idrarı temizleyip boşaltımını hızlandırır. · Metabolizmayı yeniler, oksijenle doldurur, böylelikle kan yapar. Alkol, nikotin, yağ gibi zararlı maddelerin, toksinlerin atılmasını çabuklaştırır. · Sümüksü salyaları engeller. · Genel olarak hazmı kolaylaştırır, dişlerin dökülmesini engeller. · Yaz sıcağının verdiği sıkıntıyı hafifletir, üstelik susuzluğu da giderir.
Beklemiş suyla çiçek sulanır, çay demlenmezÇay ne denli iyiyse, sert ve kireçli suya karşı o denli hassas bir tepki gösterir. Yumuşak bir aroma, kireçli su tarafından adeta tutsak edilir. Su şebekesi aracılığıyla evlerimize gönderilen öteki katkı maddeleri, örneğin klor ve flüor birer tat katilidir. Tuzlu su da çayı bozar. Bu yüzden çay severler sularını filtreden geçirir ya da iyi su satın alır. Ancak her ikisinin de dezavantajları vardır. Plastik bidonlardaki su, doğal olarak plastik tadındadır. Cam şişenin içinde olsa bile, bekleyen su bozulur. Bekleyen suyla çiçek sulanır ama çay demlenmez. Buna karşılık su filtrelerinde de elektrokimyasal sorunlar ortaya çıkar. Onun için çay suyunu çaydanlığa kaynağından doldurmak gerekir.