Güncelleme Tarihi:
İsmail Türkmen
Jean-Marc Leblanc (Marc Labreche), evli, biri ergen iki kızı olan, Kanada’da Quebec valiliğinin “vatandaş hakları” bölümünde çalışan – dolayısıyla sürekli sorun dinleyen – bir memurdur. Kızları ve karısı dışında hayattaki tek yakını, bir bakımevinde kalan yatalak annesidir. Her hafta hiç sektirmeden onu ziyaret eder, konuşamayan annesiyle dertleşir. Belki de bunu mecburen yapar. Çünkü kızları neredeyse babalarının yüzüne bile bakmadan günü bitirirler. 15 yıllık karısı Sylvie-Cormier (Sylvie Leonard) ise Hyundai’ye binen Jean-Marc’ın aksine milyon dolarlarla oynayan, BMW’si olan gözde bir emlakçidir ve her daim yüksek meşguliyetleri olduğu için de kocasına ayıracak bir dakikası bile yoktur.
Jean-Marc için jetonun düştüğü an, yatakta karısıyla arasında geçen bir diyalogla gelir. O gün yine annesini ziyaret eden ve artık iyice kötürümleşen kadıncağızın yakında kendisini dünyada yapayalnız bırakacağı gerçeğiyle yüzleşen Jean-Marc, yatmak üzerelerken, yani bir karı-kocanın birbirlerine en yakın olduğu anlardan birinde, “Annem için endişeleniyorum” der. Bu arada hiç istifini bozmadan cep telefonunda oynadığı oyuna devam eden Sylvie-Cormier’in kocasına teselli niyetine verdiği tek tepki şu sözlerdir: “Hım, öyle mi?” İşte o an kendisi için dünyayı çekilebilir kılmanın tek yoluna başvurur Jean-Marc: Fantezilerine.
HEPİMİZ JEAN-MARC’IZ
Daha önce yaptığı Amerikan İmparatorluğunun Çöküşü (Le Declin de l’empire americain, 1986) ve Barbar İstilaları (Les Invasions barbares, 2003) ile Oscar dahil dünya çapında sayısız ödül alan Arcand, bu üçlemenin son filmi olan Karanlığın Gölgesinde (L’age des tenebres) ile de yaşadığımız dünyaya yine esaslı bir eleştiri getiriyor. Bunu yaparken film tekniği açısından yürüttüğü bir uygulamayla da seyirciyi “dürtüyor.” Bunu iki noktada çok iyi görüyoruz.
Birincisi, Jean-Marc fantezilerine daha bismillah derken hayallerinin kadını Veronica Star (Diane Kruger) “filmin dışına çıkarak” hem onu hem de bizi uyarıyor. Tam öpüşecekleri sırada Veronica kameraya doğru dönüyor ve “Nasıl, popom ve kıvrımı görünen göğsümle tam Amerikan sansürüne takılacak bir görüntü veriyorum değil mi” diyor. Seyirci olarak ikinci dürtülmeye ise artık hayalleriyle yaşayan Jean-Marc’ın gerçek hayatında hayallerin en fantastiğini yaşamasıyla maruz kalıyoruz. Jean-Marc gerçek hayatında – evet hayal dünyasında değil gerçek hayatında – bir süreliğine Haçlıların arasına karışıyor.
Yönetmen bu dürtmelerle bizi filmin içine çekiyor ve ekrandaki hikayenin esasında seyirci olarak hepimizin hikayesi olduğunu hatırlatıyor. Ama aynı zamanda sorunlarımızı fantezilerimizle çözemeyeceğimizi de işaret ediyor. Ayağı yere basmayan, sanal hayatlar yaşadığımıza gönderme yapıyor. Nitekim cep telefonunun bir salgın olarak gösterildiği sahneler de bu çıkarımı güçlendiriyor.
Film daha ziyade bir erkeğin hal-i pürmelalini gözler önüne seriyor gibi ama aslına bakarsanız bazı sahneleri tersine çevirdiğimizde kadınıyla erkeğiyle hepimizi anlatıyor. Sonuçta hangimiz hayallerimizdeki erkek ya da kadınla kaçamak yapmayı kurmuyoruz? Kendisinden güçlü olanlara ağzının payını vermeyi düşlemeyenimiz var mı? Doğaüstü güçlere sahip olmayı ya da saçmalığa varacak kadar şanslı olmayı yeri gelince hepimiz istemiyor muyuz? Ve şunu belirtmeden geçmemeliyim ki, Kanadalı komedyen-oyuncu Marc Labreche hepimizi çok iyi oynuyor filmde.
İNSANLIĞIN NATÜRMORTU
Jean-Marc için sigortanın attığı an ise annesinin ölümüyle beraber gelir. Tam istifa edip işyerini terk ederken annesinin öldüğü haberini alır. Kimsesiz kaldığına göre artık taşradaki baba evine sığınmanın vakti gelmiştir.
Kanımca filmin en güçlü olduğu alanlardan biri, annesinin ölümü üzerine Jean-Marc’ın tepkilerini yansıtışı. Burada bir insanın yalnızlığının, tek başına kalmasının ve kendisini geçmişine bağlayan son kalenin düşmesinin ne menem bir şey olduğu çok iyi aktarılıyor. Filmin en dokunaklı anlarını da yine bu sahnelerde yaşıyoruz. Büyük bir tükenmişliğin pençesine düşen Jean-Marc, yine her zamanki kibarlığı içinde olsa da, hala zeytinyağı gibi üste çıkmaya çalışan karısına aynen şunu söylüyor: “Kabul edilebilir şey değil ve buna inanamıyorum ama şu an seni öldürebilirim.”
Taşraya sığınmak Jean-Marc için bir çözüm müdür? Filmin sonunda her izleyici kendi kararını verecektir ama jeneriğe geçişte elmalarda gördüğümüz dönüşüm insanlığın durumu üzerine karamsar bir yorum gibi geldi bana. Acaba hepimiz ölmeye yüz tutmuş canlılar mıyız? Sağlam komedi unsurları içeren ve sonunda da izleyicisine bu soruları sorduran Karanlığın Gölgesinde, festivalin hemen ardından 25 Nisan’da gösterime giriyor. Rüyalarınızın gerçek olması dileğiyle iyi seyirler!