Güncelleme Tarihi:
Ama şu kadarını söyledim, söyleyeyim, ilk günler resmen ‘beynimi ikna etmem’ gerekti: Hayır, hayır, yanılma sakın, seni besleyen bu beden artık 15 yaşında değil! Bir yarışçı gibi yüzemez artık; ne o kalp 15 yaşında, ne o eklemler, ne de kaslar...
Oldu, inandı sonunda ve beynimle bedenim uyuma kavuştu da, direkten döndüm.
Serbest yüzüyorum, kulaç atıyorum, eskisi gibi 2’de 1, bir sağdan bir soldan nefes almak filan nerdeee, 1’de 1, sadece sağdan, ona da şükrettiğim oluyor sık sık. En çok nefesimi düzenlemekte sıkıntım oluyor, kulaç-nefes al-nefes ver-kulaç... Her yolu deniyorum, çünkü bir tempo tutturamazsam eğer, yorulup, kesiliyorum.
Dikkat ettim, kulaç/nefes temposunu düzenlemenin iki yolu var: Ya konsantre olup attığın her kulacı, aldığın verdiğin her nefesi, HER AN düşüneceksin, ya da ... TAMAMEN UNUTUP, otomatiğe bağlayacaksın, suda olduğunu, yüzdüğünü bile düşünmeyeceksin.
*
Size bunları niye anlatıyorum?
Eski patronum Fransız aydını Jean-Louis Servan-Schreiber, galiba Türkçe’ye ‘Zamanı Kullanma Sanatı’ diye tercüme edilen kitabında, ‘zamanın akışını nasıl idrak ettiğini’ anlatır: Japonya’ya yaptığı bir gezide, ilk kez havalimanında elektronik saate takılır gözü. Bildiğimiz akrepli, yelkovanlı, yuvarlak kadranlı bir saat değil, dijital bir saattir bu ve saliseler, saniyeler çılgın gibi akıp gitmektedir.
JLSS der ki (mealen) : Bizim, tarihten beri, ‘çevrimsel zaman’ kavramı yer etmiş kafamızda, tıpkı kadranlı saatte olduğu gibi, mevsimler, günler, saatler, saniyeler sanki dönüp tekrar başlama noktasına, 12.00’ye geliyor gibi. Halbuki bu elektronik saatte zaman hızla akıp... GERİ GELMEMEK, BAŞA DÖNMEMEK ÜZERE gidiyordu!
*
Fransa’dan iki arkadaşımız geldi, bir hafta kalıp gittiler.
Bir hafta boyunca onları doğru dürüst görecek vaktim olmadığı gibi ... DİŞE DOKUNUR BİR İŞ DE YAPMADIM itiraf ederim.
Hani ‘pazartesi sabahı söz, sigarayı bırakıyorum / rejime başlıyorum / spora başlıyorum... vs’ diyenler vardır ya, ‘o’ pazartesi hiç gelmez...
Bu hafta da şu birikmiş gazeteleri okuyayım, yazılarımı yapayım, dur bu hafta hele bir geçsin de, önümüzdeki hafta başı...
O hafta başı her hafta başı geliyor ya, sanki önümde sonsuz hafta başı varmış gibi...
Yolda giderken neyin hesabını yaptıysak babamla, ‘15 sene olmuş’ dedi ’15 sene... Olsun da... bir 15 senem daha yok benim!’
Ya benim?
Liseyi bitireli 28 sene olmuş mesela. Bir 28 senem daha var mı? Allah bilir...
Üniversite 24 sene, evlilik kezâ, oğlum yirmi şu kadar, kızım nerdeyse...
Bir bu kadar daha, eh işte, inşallah...
*
Ya kulaç attığını, nefes aldığını tamamen unutacaksın; bedenin, beynin, reflekslerin seni götürdüğü kadar taşıyacak; ya attığın her kulacı, aldığın her nefesi ... YAŞAYACAKSIN!
Hayır, anlatamadım meramımı... ama siz anladınız ne demek istediğimi, eminim.
Bahar geldi, pencereden bakıyorum, henüz yapraksız dallar çiçek açmış, tabiatın bir mucizesi, aynı ağaçta hem mor, hem pembe, hem beyaz pıtırcıklar; şu ötekine ‘gizli emir’ gelmemiş daha, gününü bekliyor çiçeklenmek için... Bir kuş sesi geliyor yakında bir çalıdan...
Tabiat şu kadar milyar sene olduğu gibi, başa dönüyor...
Sanki zaman hiç geçmiyormuş gibi, sanki akrep ve yelkovan yine, yeniden, hep... 12’de buluşuyormuş gibi beni aldatmayı deniyor!
Ölümü bana unutturmak için ölümsüzlüğü yutturuyor...
Ama ağaçlar aynı ağaçlar değil, biliyorum, cıvıldayan kuşlar geçen baharki, açan o çiçekler sonbaharda solanlar değil...
Ya her kulaçta nefes aldığını, YAŞADIĞINI idrak edeceksin...
Ya da koyuverip ucunu, unutup gideceksin...