Türkiye'de bu tartışma onun sayesinde çıktı. Sabetaistler konusundaki tezleri, ortalığı darmaduman etti. Yalçın Küçük«ün sivri çıkışları yeni değil. Ben dünyada yokken bile, o öyleymiş! Türkiye İşçi Partisi«nin sıkı Marksist üyelerinden. Aydın üzerine yazdığı tezler de ortalığı karıştırmış. Abdullah Öcalan«la ilişkisi epey rüzgar çıkardı, bakın ben ona yetiştim, ortalıkta binbir rivayet dolaştı, hapislerde yattı. Fransa«lara taşındı. Sonunda tekrar kürkçü dükkanına döndü ama kendi ifadesiyle hiçbir zaman devrimci niteliğinden ödün vermedi. Kendi içinde tutarlı olduğunu söylüyor ama anlattıkları ortalığı karıştırmaya yetiyor. Kimler için neler neler söylemiyor ki. Bu onun en önemli özelliği. Belki, bu yüzden kitapları çok satıyor. Kendisini biraz fazla önemsiyor. Ama bunu da size müthiş bir tevazuyla iletiyor. Çünkü o bu toplumun gözü, esteti olduğuna inanıyor. Yani insanları üzüyor olabilir ama niyeti asla bu değil! O, doğrunun peşinde. Ben de röportajın iyi olmasının peşindeyim. Dolayısıyla, bu röportajda adı geçenlere en başından hatırlatmak isterim ki, ben dinleyenim. Hayretlere düşen ve aktaranım. Tamam mı? Konuşan Yalçın Küçük. Hatta çok konuşan. O yüzden bu röportaj birkaç gün sürecek. İyi okumalar...
Siz takıntılı biri misiniz?
- Bu sözcüğü bilmiyorum. Nedir takıntılı?
Tutturuk... Obsesif...
- Kafamdaki bütün sorulara cevap buluncaya kadar çalışırım... Eğer bu takıntılı olmaksa...
O yüzden mi bu Sabetaist meselesine bu kadar çok taktınız?
- Ne alakası var? Ben bu işe İsmail Cem«in cumhurbaşkanlığını engellemek için girdim. İsmail«i de tanırım, cumhurbaşkanı olmasını istemiyordum, Süleyman Bey«den daha zararlı olacağını düşünüyordum. Onun İbrani asıllı olduğunu ortaya çıkartırsam, bu parlamento onu cumhurbaşkanı yapmaz dedim. İş sonradan büyüdü. Bir bilim haline geldi...
Bir insanın Sebataist olup olmamasının ne gibi bir sakıncası olabilir? Sizce İsmail Cem, bu ülke için nasıl bir tehlike oluşturuyordu?
- Bakın hanımefendi, bu işe başlarken 1967«yi milat aldım. 1967«den önceki Sabetaizmi ben bağrıma basıyorum. Ama 1967«den sonra şunu görüyorum: Sebatistlerin bir kısmı artık Türkiye«ye sadık değiller. Bir de endogami nedeniyle, iç evlilik yani, çok aptallaştılar. Bana bugün Aydın Menderes ve diğerleri ‘Nasıl olur da İsmail Cem«in zekasının bu kadar düşük olduğunu bildin?’ diyorlar. Ben sezgilerimde hiç yanılmadım.
EN ÖNEMLİ MALZEME GALA, ŞAMDAN
Hálá anlamıyorum, Sabetaist olsa n’olur, olmasa n’olur...
- Ben size isyan başlattım diyorum! Tıpkı Fransız ihtilalinde olduğu gibi. Fransız ihtilali, kapitalizmi kurmak için olmadı. Kabiliyetsiz insanların belli görevlere, belli yerlere gelmesini engellemek için çıktı. Bunların hiçbir yeteneği yok.
Siz öyle düşünüyor olamaz mısınız!
- Olur mu efendim? Ancak yetenekliler, gelişmişler ve bilgililer bir ülkeyi yönetebilir. Ben bu ülkeyi seviyorum ama bugün şunu görüyorum: Kabiliyetsiz insanlar her yerde. Sadece siyasetten de söz etmiyorum. Bakın, ben güzele meraklı bir adamım. Üç yaşında ilk hırsızlığımı anneannemi seyrederek gerçekleştirdim...
Ben tamamen koptum meseleden...
- Anneannem çok güzeldi. Ben ona gizlice bakardım. Güzelliğini gizlice çalardım. Ama bugün ortada olan şarkıcılara, sanatçı geçinenlere bakın. Bunların bir kısmına yüz bin yıl kadınsız kalsam elimi sürmem! İşte onların hepsi bu kabileden! Hem güzelliğimiz, hem sanatımız, hem müziğimiz hem de ahlakımız bozuldu!
Ve bütün suç İbrani kökenlilerde öyle mi!
- Hep bunlar ortadaysa, belli yerlere başkası gelemiyorsa bunlar yüzünden diyebiliriz tabii...
İyi de siz İpekçi ailesiyle filan da sınırlı kalmıyorsunuz. ‘Sanatımız, müziğimiz bozuldu’ derken, Gülben Ergen’i Sertab Erener’i kastediyorsunuz. Size göre neredeyse herkes Sabetaist! Bu biraz komik değil mi?
- Değil efendim. Tabii ki onları kastediyorum. Ayrıca bu ülkede kekeme biri talk şovcu olabiliyorsa, o da İbrani kökenlidir diyorum. Ama esas olarak ben kişilerle değil, yasalarla uğraşıyorum. Türkiye«de İbrani asıllı olmayan biri Dışişleri Bakanı olmaz. Tek tük istisnalar vardır ama bu sonucu değiştirmez. Sözünü ettiğim klanın dışında kalanlar, Türkiye’de bir yere gelemez. Mesela, TRT Genel Müdürü olamaz, MİT Başkanı olamaz...
Zaman zaman bütün bu insanlara karşı acımasız davrandığınızı düşündüğünüz olmuyor mu?
- Ne gibi?
Kabiliyetsiz ve zekası kıt diyorsunuz onlara. Utanmıyor musunuz, hiç vicdan azabı duymuyor musunuz?
- Hayır. Sadece bunları söylemek zorunda kaldığım için üzülüyorum. Ama mecburum.
Neden?
- Ben böyleyim.
Peki siz neden böylesiniz?
- Bunu ben bilemem ki. Başkaları söyleyecek. Bakın, ben her zaman Uğur Mumcu’yu çok sevdiğimi söyledim. Hala severim. Öldü diye içim yanıyor. Bir gün dediler ki: ‘Sen onu nasıl seversin? O senin hakkında atıp tutuyor, bir sürü kötü şey söylüyor! Sense televizyonlara çıkıp onu övüyorsun.’ Aptallar! Bunun beni etkileyeceğini sandılar. Oysa bilmedikleri şu: Uğur Mumcu’nun benim hakkımdaki düşünceleri beni hiç ilgilendirmez. Benim onun hakkındaki düşüncelerim önemlidir. Ben onu seviyorum. Bu kadar. Ama sevdiklerimi üzdüğümü de biliyorum.
Saygınlığınızı yitirmekten korkmuyor musunuz?
- Hayır. Ama şundan korkuyorum: Bu toplum benim söylediklerimi olduğundan fazla doğru kabul ediyor. Keşke tezlerim daha fazla eleştirilse. Söylediklerime daha çok itiraz edilse...
Belki itiraz edecek kadar ciddiye almıyorlardır!
- Yok canım. Daha neler!
Hakkınızda üç değişik yorum var: A) Cesur. B) Komplocu. C) Siyasi falcı. İnsanların geçmişlerini okuyup, geleceklerini söylüyor, gözünü kırpmadan yargılıyor...
- Bir kere cesur filan değilim. Korkağım. Çok korkak...
Bu kadar korkak olup, bütün bunları nasıl yazıyorsunuz peki?
- Kendimi önleyemiyorum. Ama aslında her şeyden korkuyorum. Özellikle de yanılmaktan. Ben o tezleri yazarken, birdenbire bir şey buluyorum, 15 gün bilgisayardan kaçıyorum: ‘Bu doğru olamaz!’ diyorum, ‘Ya yanlış çıkarsa?’ Doğru, bir kadına aşk gibidir. Yavaş yavaş gelir, sonra sarar sizi. O sardığı zaman da onun etkisinden kurtulamazsınız... İzninizle çay koyabilir miyim?
Aşk geçebilir... Doğru da geçer mi?
- O zaman bir başka doğru peşinde koşarsınız... Ama zaten benim söylediklerimin çoğu doğru çıkıyor. Bunları falcılık olarak da yapmıyorum. Ben de şaşırıyorum nasıl doğru çıkıyor diye. Kimseyi de isteyerek üzmüyorum. Ben başka bir terbiyeden geliyorum. Birini üzdüğüm zaman bana niye kızıyor diye şaşıyorum. Ama ben onu üzmeye mecburum.
Yine de birinin ismine bakıp, soyunu sopunu ortaya çıkarıp, siyasi tavrını, hayattaki duruşunu, gelecekte ne yapacağını ne yapmayacağını yargılamak, tuhaf değil mi?
- Hanımefendi! Bunları ben icat etmedim. Onomastik (isim bilimi) diye bir şey var. Bir ülkede isim bilimi yoksa ve mezar taşları okunmuyorsa tarih yoktur. Ancak ben sadece isim bilimle hareket etmiyorum. Geliştirdiğim 20 küsur kriter var. DNA testi gibi bir şey sözünü ettiğim. İsim beni düşündürüyor. Hele bazı isimler daha çok düşündürüyor. Belki şaşıracaksınız ama benim için en önemli malzemelerden biri, Alem, Şamdan, Gala gibi dergiler. Ne var ki satın almıyorum...
Neden?
- E çünkü utanıyorum... Birisi aldığımı görürse diye.
O zaman her hafta yollayalım size hocam!
- Çok iyi olur. O dergiler neden önemli biliyor musunuz? Ben bu bulguların bir kısmını yatak ilişkilerinden buluyorum...
Ha anladım! İnsanlar soylarına soplarına göre sevişiyorlar!
- Elbette. Bazıları için yasak var. Bunları tespit ettim ben. Yeni çıkacak kitabıma resimlerini de koyuyorum. Bir de tabii rantiye mi değil mi ona bakıyorum. Bir insan kabiliyetsizse ama çok para kazanıyorsa Türkiye’de, o büyük bir ihtimalle İbrani asıllıdır diyorum ve araştırmaya başlıyorum. Tabii Sedat Ergin gibi İbrani asıllı olduğu halde geldiği yeri hak edenleri araştırmıyorum.
Sertab ve Serdar Erener«le Gülben Ergen«in kuzen olduğunu nereden çıkardınız?
- Teyze çocukları onlar. Zaten Sertab Erener reddetmedi, ‘Evet öyleymiş’ dedi.
Ve İbrani asıllı onlar, eminsiniz yani...
- Bilimsel kuşku her zaman olur ama eminim. Ben ne bakıyorum? Mesela Musa Anter. Ki benim dostumdur, Adana’da parasız yatılı okumuştur. O zamanki deyimle, tam bir kıro. Ama bu kıro, zengin bir Kürt aliminin kendisinden 10 yaş küçük kolejde okuyan kızıyla evlenmiştir. Sizce nasıl oluyor? Ben böyle bir vakayı incelerim...
Tabii aşk gibi bir faktör size göre mümkün değil!
- Değil tabii. Bunların çoğu beşik kertmesidir.
Pes yani. Bu şimdi komplo teorisi değil de ne! Mustafa Erdoğan da size göre Kürt Yahudisi. Ve İbrani kökenli olan Gülben Ergen’le sevgili olması tesadüf değil...
- Değil tabii.
AMA BEN DOĞRUYU SÖYLÜYORUM Her şey büyük bir planın parçası. Onlar biliyor ve bizimle oynuyorlar...
- Öyle demiyorum. Benim ailemde de İbrani kökenliler var ama ailenin bir kısmı bunu bilmiyor. Bilenler var bilmeyenler var. Sabetaizmin üç kolu var: Yakubiler, Karakaşlar ve Kapaniler. Osman Kibar, Melih Kibar, Nazlı Ilıcak Kapanidir. Nereden çıkartıyorum? Nazlı Ilıcak«ın dayısı Turhan Kapancı’dır. Yakubiler, aşağı yukarı asimiledir. Ama bir Karakaşi hiçbir zaman bir Türk’le, Müslüman’la evlenmez, dahası yatağa giremez. Bunları ben icat etmedim ki. Rıfat Bali’nin kitaplarına bakın. Ben ne yapıyorum? Bu işi bilim haline getiriyorum. Mustafa Erdoğan’ın Kürt Yahudisi olduğuna katılırsınız katılmazsınız, adam öyle...
Nasıl emin oluyorsunuz?
- O Ateş Dansları mıdır nedir, onlar da köy oyunlarımızdaki danslar değildir. Hiçbir şey değildir. Mustafa Erdoğan, davul da çalamaz....
Haydaaa! Yine parçaladınız insanları...
- Ama ben doğruyu söylüyorum. Hep söyledim. 80’li yıllarda Nazım’ın bir oyunu Moskova’da sahneye kondu. 15 gün sonra oyunu kaldırdılar. Doğu Perinçek ‘Bu ne rezilliktir!’ babında bir kampanya başlattı. Bir tek ben çıktım: ‘İyi yapmışlar’ dedim. Çünkü Nazım, oyun yazmayı bilmezdi. Nazım Hikmet’in düz yazıları hiçbir şeydir. Romanı da, roman değildir. Peki ben bunu neden yapıyorum? Nazım’ı sevmiyor muyum? Çok seviyorum. Ama ben eğer Nazım Hikmet’in beş para etmez romanına roman dersem estetiği bozarım. Türkiye’deki güzellik duygusunu bozarım. Mustafa Erdoğan’ın yaptıklarına dans dersem, bu ülkeye kötülük ederim.
SİZİN BİLDİĞİNİZ TÜRKLERE BENZEMEM
Biri de çıkıp, sizin kitaplarınız için ‘Bu adam çıldırmış!’ derse.
- Desin. Zaten ya deli ya deha diyorlar bana. Onun
haber değeri yok. Ben çaya gidiyorum...
Gitmeyin, gitmeyin...
- Olur mu canım. Bu çay... Başka bir şeye benzemez. Çok önemli... Beğendiğim yüce tuttuğum üç kadın var. Biri Halide Edip. Bütün Kemalistler bana küfretti. Çünkü Kemalist tarihte, Halide Edip mandacıdır. Oysa, benim için şu açıdan önemliydi: 1912 yılının Türkiye«sinde en parlak yazar Halide«ydi, herkes Handan«ı okuyordu. O bir profesördü, ilk yüce kadınlardandı ama her şeyi bıraktı bir kurtuluş mücadelesine gitti. Benim için büyüktür. Ben Halide Hanım«ın üzerindeki ‘kötü’ damgasını kaldırdım. ‘Halide yücedir’ dedim, bugün herkes böyle kabul eder. Ama ben onun İbrani asıllı olduğunu biliyordum. İkinci kadın, Behice Hanım«dır. Onu da çok severim ama o da İbrani asıllıdır. Üçüncüsü de Sabiha«dır. Ama ben Sabiha«nın kızı Yıldız’ın zekasının çok düşük olduğunu da yazdım. Mecburum bunu yazmaya. Bir de tabii Fethi Okyar meselesi var. ‘Efendi’ demişler ona. E ne olacak, desinler. O kadar kabiliyetsiz ki, sadece efendi olabilir...
Konumuzla alakası yok ama merak ettim: Arman’da bir yamuk var mı?
- Vardır tabii. Ama yamukluk değil. Tabii ki İbrani kökenlisiniz. Arman, Herman«ın Türkçe şekli olabilir. Araştırmak lazım...
Kutas, Kutlu, Kutlay, Kusun, Kutman gibi isimler de var ailemde. Bunlar sizce ne anlama geliyor?
- Hanımefendi, bunlar özel konsültasyona girer! Bu soruların cevabı ücrete tabi yani! Kutlu çok şey ifade eder. Bazı isimler doğrudan doğruya alınıyor, bazıları çevriliyor. Ama ben hiçbir zaman sadece isimle gitmiyorum. Kaan adı mesela, Kohen’le benzer kökenlerden gelebilir. Selen’ler genelde İbrani kökenlidir, ama her Selen böyle olacak demek değildir.
‘Cadı avı’ mı sizinki?
- Hayır. Benim bu isimlere bakışım nedir biliyor musunuz? Kimya labrotuvarındaki bir kimyagerin moleküllere bakışı gibi. Ama bu iş derin hanımefendi. Ve sizi temin ederim ben sizin bildiğiniz solculara benzemem, ben sizin bildiğiniz Türklere de benzemem...
HEM GAZİ HEM DÁHİYSEM BANA BİR LATİFE GEREK!Ben dürüst bir adamım. Ne oluyorsa söylüyorum. Çok büyük bir tevazuyla da ekliyorum: ‘Beni çıkartın, son 40 yılda Türkiye’de hiçbir ciddi tartışma kalmaz!’ Bana bugüne kadar binbir türlü şey söylendi. Hayatta en çok hoşuma giden şey de bana ‘deli’ denmesidir. Hele ‘deli çocuk’ denirse daha da hoşuma gider. Doğan Avcıoğlu ise ‘Yalçın, dehayla delilik arasında gidip geliyor’ demişti. Şimdilerde daha çok ‘dahi’ diyorlar. Ben de espri yapmasını severim, kanunlara göre de gaziyim ya, ‘Hem gazi, hem dáhiysem, bana bir Latife gerek’ diyorum. Ama aslında ben aptal olduğuma inanıyorum...