Güncelleme Tarihi:
Çarşamba akşamı misafirlerimizi bir ocakbaşına götürdük, hem gülegüle yemeği, hem de son akşam, kadınlar giderayak yemekle memekle uğraşmasın hesabı...
Davet sahibi, misafirleri Türk usulü tıka basa yedirince, garsonların da – gıcık olurum ve genelde hır çıkarırım – istenmeden getirdikleri börekti, fındık lahmacundu, gavûrdağıydı filan derken... İki kişiye bir porsiyon hesabından künefeyi de löpürdetince ayıptır söylemesi... işin tadı kaçtı. (Niye bu detayları verdiğim anlaşılacaktır az sonra.)
Yaşlılar arabada, cebimdeki son bozuklukları da kâhya götürdü, eve dönüyoruz. Nispetiye Caddesi’ne bağlanan kavşakta, kırmızı ışıkta bekliyoruz, saat dokuz buçuk, on olmalı.
Bağırıp çağırmaya başladım birden:
- Çabuk çabuk, bozuk para!..
Işıklardaki sayaç (hani kalan süreyi geri sayan bir ışıklı gösterge var ya..) 20 saniye diyor, 19,18, 17...
Lüzumsuz türden sorular başladı:
- Niye, ne oldu?
- Yahu bozuk para, çabuk!..
- Ne kadar lazım?
- Ahhh! Ne olursa olsun... Bin, iki bin, beş bin... Çabuk çabuk, vakit kalmadı!
Delirdiğimi zannettiler belki de...
Ama kimseden bozuk çıkmadı!
Derken, ışık yeşile döndü ve ağır ağır ilerlerken, arabadakiler, niye böyle krize girdiğimi herhalde anladılar, anlamış olmalılar ki bir daha sormadılar.
Çünkü benim gördüğümü onlar da gördüler.
Hani karanlık gökyüzünde martılar, yerden vuran ışıkta hayalet kuşlar gibi uçar ya...
Gecenin karanlığında, kırmızı ışıkta duran araçların arasında, uzun boylu, Boşnak esirler gibi hafif kambur, avurtları çökmüş bir adam. Farların ışıklarında bir ölü gibi. Hiç hareketsiz. Sadece feri sönmüş gözleri... Yuvalarından fırlamış gözler!
Elinde, araçlara doğru uzattığı, iki ucundan tuttuğu küçük bir kağıt.
Üzerinde lanet olası tek kelime:
AÇIM
*
Yediklerim mi dokundu nedir?