Güncelleme Tarihi:
Bir ara burnumu yakan bir kokuyla irkildim.
O kadar bildik, tanıdık ve asıl özledik bir kokuydu ki…
Kömür sobası dumanı!
Zınk diye durdum, antenlerimi açtım.
İs kokusunun izini sürdüm gözlerimle. Hemen karşıdaki iki katlı Rum evinden geliyordu. Alt katı sarı aşı boyalı kerpiç, üst katı kararmış ahşap, taş merdivenli, cumbalı evdin penceresinden uzanan saç dirsekten. Mavi boyalı demir parmaklıklarında çocuk bezleri asılı pencereden.
- Eeeeeskiler alıyom!
Boş bulunup zıpladım. Üstünde siyah fırçayla EskICI yazan arabasını ite ite giden ve evlere doğru ‘Deeemir’alıyoom, eeeskiler’alıyoom’ diye bağırarak geçen bir eskici. Alıyor ama kimsenin satmadığının farkında belli, laf olsun diye çığırıyor, öyle görmüş.
Karşı kahvede, camın hemen önünde iki bey amca kağıt oynuyor. İddiaya girerik prafa. Çaylar, kahveci zırt fırt tazelemesin diye, bardakta yarım bırakılmış, kara kara sigara delikli, tüyleri gitmiş bir yeşil çuha ve hamur gibi olmuş iskambir kağıtları. Bir an giresim geliyor, eski günlerde olduğu gibi, bir köşeye oturup karbonatlı bir çay içsem, gazete okur gibi yapıp insanları seyretsem… Sigara dumanı korkusu caydırıyor beni.
Yoluma gidiyorum.
Siyah bir Serçe. Sezai Otoelektrik’in önünde. Gözü gibi bakmış belli, gelin gibi süslemiş. Büyükada’daki faytonlar misali, her tarafından lambalar, süsler, çıkartmalar sarkıyor. Camlar koyu füme ama, sarı-siyah çizgili pörsümüş koltuk kaplamalarını, arka camın önündeki plastik çiçekleri seçebiliyorum. ‘Cem Yılmaz’ın son reklamından beri fiyakası düzelmiştir’ diye seviniyorum sahibi adına…
Gökyüzü kurşun rengi, sanki uzansa elini değecek insan. Bir ağırlık var havada.
Yakındaki bir dükkandan bir şarkı yükseliyor. Zeki Müren rrr’leri çatlata çatlata söylüyor:
İnleyen nameler ruhumu sardı
Bir rûyaki orda hep şarkılar vardı
İnleyen nameler ruhumu sardı
Bir rûyaki orda hep şarkılar vardı
Uçan kuşlar martılar,
Yeşil tatlı bir bahar,
Gülen şen sevdalılar vardı
Adımlarımı yavaşlatıyorum gözlerimi kapatıp dinlemek için. Ne mümkün!
Arzular orada, zevk oradaydı
Bir deniz ki aşk dolu…
- La’ Bestami, la’kes şunu lan!
- Kestik be usta!
Çocuklar kovboyculuk oynuyor, daha doğrusu, en irice olanın yanımdan geçerken ‘bacağıma sıkmasına’ bakılırsa, Polat Alemdarcılık…
Bu sefer de başka bir koku tahrik ediyor beni.
Kaldırıma yaslı, kırmızı domatesler ve yeşil yeşil sivri biberlerle çiçek gibi süslü bir el arabasından yükselen, namıssız, mis gibi ızgara köfte kokusu…
Vallahi dayanılır gibi değil!
Kedi medi anasını satayım, şöyle kıtır kıtır yarım ekmeğin içine, bol soğanlı…
Gözümün önüne doktorum Ömer Ayata geliyor, kaşlarını çatmış bana bakıyor…
Yutkunuyorum!
Yıkıldı yıkılacak bir ahşap binanın altında küçük bir dükkan. Camları içerden buğulanmış, ihtimal sobanın üzerindeki çaydanlıktandır. Boynunun iki tarafından sarkıttığı mezurasıyla camdan dışarıyı seyreden yalnız ve yaşlı bir terzi. Arkada, keçe midir, aba mıdır, koyu
gri örtülüi masasının bir kenarında eski usul, pirinç saplı bir ütü…
Bir yerlerden bir kaynak makinesi sesi yükseliyor, anında bir otomobilin alarmı cevap veriyor.
Evler gibi ömrünü tamamlamış, belki bu bahar yaprakları son kez yürüyecek, ihtiyar bir ağacın dalında, ne olur olmaz, sırt tüylerini kabartmış bir kedi, aşağıda havlayan iti gözlüyor…
Pembe boyalı duvarla asfalt arasından iki tane ballıbaba fışkırmış…
Tam bu sırada, iki martı tepemden ‘Iyyıh! Iyyıh!’ diye söylenerek alçak uçuş yapıyor…
*
Yahu ben meğer çocukluğumun mahallelerini ne kadar özlemişim!