Güncelleme Tarihi:
Benim bir can dostum. Adına İsmail diyelim.
Pırıl pırıl bir “Anadolu çocuğu” olarak, gencecik yaşında İstanbul’a, akrabalarının yanına geldiğini, okulu çok erken bırakmak zorunda kaldığını, daha çocuk yaşta bir kızla görücü usulü evlendirildiğini, ama bu güzel kızın (bu arada genç delikanlının da) çok kısmetli olduğunu, mükemmel bir insana, bulunmaz bir kocaya rast geldiğini, delikanlının çırak olarak girdiği piyasada, alın teriyle, gayretle, dişiyle tırnağıyla bir dükkancık açtığını, ben tanıdığımda, iki göz bir kira evinde, eski bir araba altlarında, tezgahını çevirmeye, çocuklarını (hani “Babam beni okuttu mu sanki” diyebilecekken, “Ben okuyamadım, çocuklarım okuyacak” diyen insanlardan) adam gibi okutmaya gayret ettiğini söylemesem, hikayenin gerisi anlamını yitirir...
Çocuklarının eğitim masrafının en ağır olduğu günlerdi, işini geliştirmek için borç harç, senet sepet bir kamyonet almıştı, her birine “insanca bir maaş” vereceğim diye yemeyip yedirdiği, giymeyip giydirdiği çalışanlarına, yükleri hafiflesin diye iki kişi daha eklemişti...
Kamyonetine atlıyor, şoförünün yanına oturuyor, malını satıyor, tahsilatını yapıyor, gece geç vakit, bazen bir iki gün oralarda kalarak, yorgun argın ama huzurlu, evine dönüyor.
Müşterileri hep belli bir bölgede: İzmit, Adapazarı, Bolu, Gölcük, Hendek, Yalova...
*
17 Ağustos 1999 gecesi, İstanbul korkunç bir depremle uyandı. İsmail’imle birlikte, bahçede don gömlek kaldık. Radyodan haberleri birlikte dinliyoruz. Ağır ağır, depremin merkezi belli oluyor, İzmit’i, Adapazarı’nı, Yalova’yı, hasılı Doğu Marmara’yı yakıp yıktığını anlıyoruz.
Artık ne evini düşünüyor ne barkını, tek lafı “Allah Yarabbim, benim oralarda müşterilerim var, dostlarım var, onları, çoluk çocuklarını koru Yarabbim!”
Bütün “tezgahı” yıkıldı bir gecede.
Ertesi sabah İsmail’imi tutmak mümkün olmadı artık, ne kadar un, pirinç, makarna, pet şişe su, battaniye vesaire bulursa kamyonete atladı, doğru deprem bölgesine...
Tek tek her müşterisini ziyaret etti, geçmiş olsun dedi, götürdüğü yiyeceği, giyeceği dağıttı, acısı olanları teselli etti, cenaze namazını kıldı...
*
İnanmayacaksınız ama benim bu İsmail arkadaşım, mal satıp para tahsil etmek için yaptığı Doğu Marmara turnelerini asla aksatmadı. Kamyonete her hafta malını yükledi, müşterilerini tek tek gezdi, dükkanını açmayı başaranlara mal bıraktı, para vermek isteyenlere “Senin paran bu dükkanda geçmez, inşallah hele bir belini doğrult, hesaplaşırız” dedi, dükkanı kapanmışlara, evi yıkılmışlara yine her hafta, düzenli, yiyecek, içecek taşıdı...
Ve tabii benim kocaman yürekli, güzel gönüllü İsmail arkadaşımın tezgahı bozuldu. Önce ağlaya ağlaya personel azalttı (herkesin hakkını fazlasıyla vererek tabii), sonra tezgahta malı seyreldi, derken şoföre gücü yetmez oldu, direksiyona kendi geçti...
Bu arada, sıkıntıdan, cigaradan sağlığını mahvetti, ağır bir kalp ameliyatı geçirdi...
Yılmadı, evini küçülttü, ekmeğini bölüştü, karısı, çocukları dükkana omuz verdiler.
Ağır ağır başını sudan çıkarmaya başladı İsmail’im, Allah sağlık versin inşallah!
*
Niye bize bunları anlattın, diyeceksiniz.
Birincisi, hırsızın, uğursuzun, dolandırıcının, hortumcunun, arsızın, yüzsüzün haberini yapa yapa, sanki Türkiye’de adam gibi adam kalmamış endişesine kapıldık.
Ben size diyorum ki, Türkiye’de hâlâ böyle peygamber gibi insanlar var, korkmayın!
Sayıları üç, bilemedin beş... ama varlar, oradalar!
Mücadeleyi bu bir avuç “iyi insan” için sürdürmeye değer, onlar için yazmaya, onlar için avuç açıp duaya değer...
İkincisi, bir vesile oldu da anlattım bu can kardeşimi.
Bir haberini getirdi geçenlerde karım. Hayırlı haber, hayırlı, korkmayın!
Benimki, yine üç damarı değişik kocaman kalbiyle atlamış direksiyona, İzmit’in bir ilçesinde turnede, mal satıyor, veren olursa para bile (!) alıyor. Düzenli yaptırması gereken bir iğnesi var, ilçe merkezinde bir dispansere gitmiş, reçetesini uzatmış,
- “Şu iğneyi yapmanızı rica ediyorum” demiş,
- “Maalesef yok!” demişler,
- “Niye, bu ilaç kalmadıysa bir eczaneden alalım...” demiş,
- “Yoook, demişler, bu ilaç değil, hiçbir ilaç yok.”
Dispanserin buzdolabı bozukmuş, ilaçları muhafaza edemiyorlarmış.
Karısı gülerek diyor ki, “Bizim evdeki bulaşık makinesi çoktan ruhunu teslim etti, sonra yenileriz dedik, elimiz biraz rahatladığında... Ama bu arada benimki, dispanserin buzdolabı yok diye dertlenmiş, en yakın dükkana gidip koca bir buzdolabı almış, dispansere hediye etmiş. Allah mahçup etmesin, şimdi onun taksitlerini ödüyoruz...”
Var var, tek tük de olsa “böyle” insanlar var! Kıymetlerini bilen yok, o başka!