Van Gogh gibi lanetli bir bohem olarak yaÅŸadı, onun gibi öldü, efsaneleÅŸti

Güncelleme Tarihi:

Van Gogh gibi lanetli bir bohem olarak yaşadı, onun gibi öldü, efsaneleşti
OluÅŸturulma Tarihi: Nisan 09, 2005 00:00

GeçtiÄŸimiz aralık ayında faaliyete geçen Ä°stanbul Modern Sanatlar Müzesi, ilk retrospektif sergisini, Türk resim tarihinin en sıradışı sanatçılarından biri olan Fikret Mualla’yla 14 Nisan’da açıyor. Fikret Mualla’nın eserlerinden ÅŸimdiye kadar yapılmış en kapsamlı retrospektif sergi niteliÄŸi taşıyan sergi, bir anlamda ressamın 102. doÄŸum yıldönümünün de kutlaması olacak.Küratörlüğünü HaÅŸim Nur Gürel, Levent ÇalıkoÄŸlu ve Ali Akay’ın üstlendiÄŸi sergi, guaj, yaÄŸlıboya resimleri, desen çalışmaları kadar mektuplarından fotoÄŸraflarına, trajik hayat hikayesine ve bilinmeyen yönlerine, ünlü ressamın zengin dünyasını yansıtacak. Sanatçının Ara Güler tarafından çekilmiÅŸ fotoÄŸraflarından oluÅŸan bir fotobiyografisi ve bir belgeselin de yer alacağı ve 31 Temmuz’a kadar açık kalacak sergi süresince, farklı eÄŸitim ve ilgi düzeylerinde çocuk, genç ve yetiÅŸkinler için Fikret Mualla ile ilgili çalışmalar yapılacak; sanatı, eserleri tanıtılacak. Ä°stanbul Modern gezici eÄŸitim aracı, resimlerin röprodüksiyonlarını liselere taşıyacak.Fikret Mualla hiç kuÅŸkusuz Türk resminin en ilginç sanatçılarından biri; eserlerinin önemi kadar, hayatıyla da. Bugüne kadar pek çok sergisini gerçekleÅŸtiren, hakkında sayısız yazı yazan Ferit Edgü onun için, ‘bir efsaneydi’ diyor. Ancak olaÄŸanüstü bir sanatçının baÅŸarılarla dolu yaÅŸamının efsanesinden söz etmiyor bunu derken; tam tersi, bir baÅŸarısızlıktan öbürüne koÅŸan, alkolün darmadağın ettiÄŸi bir yaÅŸamın efsanesine iÅŸaret ediyor... Onun Van Gogh, Toulouse-Lautrec, Modigliani, Soutine gibi ‘bohem sanatçı’ efsanesinin son ve Türkiye’de pek benzeri bulunmayan bir örneÄŸi olduÄŸunu söylüyor. Daha ileri de gidilebilir: BohemliÄŸin de deliliÄŸin de sınırlarını zorlamış bir sanatçı Fikret Mualla; yıllarca birkaç kadeh ÅŸarap parasına resim yapmış, borçlarını bu kadar ucuza ‘sattığı’ resimleriyle ödemiÅŸ, karnını her sabah sokaÄŸa çıkarken kolunun altına sıkıştırdığı bir tomar desenle doyurmuÅŸ, bazen de doyuramamış, düşkünler evinde ölüp kimsesizler mezarlığına gömülmüş olaÄŸanüstü bir yetenek. Yine Edgü’ye göre, ‘günlük ihtiyacını karşılamak için resim üretiyor’ ama bunu yaparken bile kendine, yeteneÄŸine, sanatına sadık kalmayı baÅŸarıyor, sanatını hiçbir zaman ayaÄŸa düşürmüyor. Hayatı boyunca huysuz, saldırgan, uzlaÅŸmaz bir kiÅŸilik, Türk ve Fransız akıl hastanelerini, karakollarını mesken tutuyor, iflah olmaz bir küfürbaz. Ancak genellikle resimlerine yansımıyor bu; renkleriyle, ne bulduysa onun üzerine yansıttığı sıkı gözlemleri ve anılarıyla, yaÅŸama sevinciyle dolu resimler olarak niteleniyor eserleri. KiÅŸiliÄŸini bilmeyen biri baksa, mutlu ve sevgi dolu biri sanır onu. Belki de Edgü’nün dediÄŸi gibi, nevrozunu, ‘delirium’larını her gün resminde yeniden yaÅŸamak yerine, resmini nevrozunun karşı kefesine koyarak yaÅŸamının o ince dengesini kurmaya çalışıyor hayatı boyunca...TOPLUMA GÖRE DELÄ°YÄ°M1903’te Ä°stanbul’da doÄŸar Fikret Mualla. Osmanlı’nın Avrupa’ya borçlarını düzenleyen Düyun-u Umumiye’de ikinci müdür olan Mehmet Ekrem Bey’le, Emine Nevber Hanım’ın oÄŸlu olarak. Moda’da, yıllar sonra bile hasretle anacağı, çok güzel bir çocukluk geçirir. Saint-Joseph ve Galatasaray liselerinde eÄŸitim görür. ÇocukluÄŸunun ilk hayal kırıklığı, 12 yaşındayken, hayran olduÄŸu, Fenerbahçe sol açığı Hikmet (Topuzer) gibi top koÅŸturmaya çalışırken, ayak bileÄŸini kırıp hafif topal kalmasıdır. Ondan birkaç yıl sonra, okuldan kapıp getirdiÄŸi Ä°spanyol nezlesi mikrobu nedeniyle annesinin ölmesi, hayatının tüm akışını deÄŸiÅŸtirir.Babasının, annesinin ölümü üzerinden çok zaman geçmeden evlendiÄŸi, kendisinden iki üç yaÅŸ büyük Behice Hanım’a karşı saldırgan bir tavır içine girip evde huzursuzluk yaratınca, önce teyzesinin yanına, sonra da Ä°sviçre’ye mühendisik okumaya gönderilir (1920). Almanya’ya geçer, Güzel Sanatlar Akademisi afiÅŸ ve desinatörlük bölümüne yazılır, Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’ni bitirir. Bu arada bohem hayatla, modern sanat ve sivri sanatçılarla, alkolle tanışır.Ancak Türkiye’de tutunması mümkün olmayacaktır: Dostlarının yardımıyla Galatasaray Lisesi’nde ayarlanan resim öğretmenliÄŸinden, ‘bir öğretmene yakışmayacak davranışlar içinde olduÄŸu için’ ayrılır. Ä°stifa mektubuna, ‘yerime bu maaÅŸla çalışacak baÅŸka bir enayi tayin buyurulması...’ yazar. Araya yine Almanya ve bu kez alkol sorunları nedeniyle Berlin’de akıl hastanesinde tedavi girer, iki yıl da Fransa’da kalıp yine döner. Dergilere, gazetelere yazılar yazıp, resimler yapar. Nazım Hikmet’in Varan 3 ve Benerci Kendini Niçin Öldürdü kitaplarını resimler, Lüküs Hayat, Deli Dolu, Saz Caz operetlerine kostümler çizer. Ãœnlü Alman ÅŸair Schiller üzerine bir de kitap yazar. BeyoÄŸlu’nda, ilgi toplamayan bir kiÅŸisel sergi açar. Kalan zamanda ise meyhanelerde olay çıkarmakla meÅŸguldür. Moda’daki konağının müştemilatında kaldığı Salah Cimcoz’un onun yardımıyla yapmaya baÅŸladığı ve politikacıların portrelerinden oluÅŸan panoyu, yine bir meyhane tartışmasından sonra -önce portrelerin gözlerini oyarak- jiletle paramparça eder. Bu huylarını inkar da etmez: Resim yaparken ‘sükutu beyninin tepesinde, saçlarının dibinde hissetmezse’ yanlış bir iÅŸle meÅŸgul olduÄŸunu düşünür ve bundan kurtulmak için önce üç beÅŸ kadeh içer, eÄŸer yine geçmezse, fitil gibi olur, çatacak, kavga edecek adam arar. SöylediÄŸine göre, bu kitle için delidir. O da ‘ruhen fakir bir cemiyetin tufeyli zenginliÄŸinin müthiÅŸ düşmanı!’ GERÇEĞİ Ä°NCÄ°TMEYEN RESÄ°MLERFransa’ya göç etmeden önce, doÄŸal olarak pek anlaÅŸtığı Neyzen Tevfik’le Bakırköy Akıl Hastanesi’nde bir yıl kadar yatar, New York sergisinin Türk pavyonu için Eyüp, Çamlıca, Ãœsküdar, Rumelihisarı, Sultanahmet resimleri yaparak çok sevdiÄŸi Ä°stanbul’la vedalaşır. 1940’tan 1967’de ölene kadar Fransa’da yaÅŸar; yine sık sık karakola düşerek, akıl hastanesine yatarak, resimli yazıları aracılığıyla ya da sokakta birebir, düşsel ya da gerçek düşmanlarıyla hesaplaÅŸarak... Ä°kinci Dünya Savaşı yıllarını orada geçirir, yollardan izmarit toplayarak kendine pipo tütünü elde eder, aç-açıkta kalır, bazen Paris’in ünlü sokak serserilerine katılır. Ama Paris Grande Chaumiere Akademisi’nde Othon Friesz atölyesinde de çalışır, Picasso dahil pek çok sanatçıyla tanışır. Yine de hiçbir akım içinde yer almaz, resminin biçemini kendi yaratır. Resimlerinin Osmanlı minyatürlerinin devamı olduÄŸunu söyleyen yakın dostu Abidin Dino’ya göre ne rengi, ne çizgisi yalan söyler; gösteriÅŸe, içtensizliÄŸe, uydurmaya kaçmaz, resimleri ‘gerçeÄŸi incitmez’.Onu büyük bir sanatçı olarak bugünlere getiren Fransa’da yaptığı resimlerdir; daha çok barları, bistroları, restoranları, sirkleri, genelevleri, oralardaki insanları, sokakları, çıplakları, balıkçıları resmeder, natürmortlar yapar. Düzensiz, daha doÄŸrusu sefil hayatı, resim üretimini hiç etkilemez, doÄŸaçlama ve hızla üretir. Kağıt bulamazsa duvarlardaki afiÅŸleri yırtıp temiz yerlerine guaj yapar. Türkiye’den ve Fransa’dan birkaç sanatsever, zaman zaman ilgilerini esirgemez ondan; bir-iki Fransız zenginin himayesinde birkaç sergi açar. Ancak resimlerini genellikle yok pahasına, günlük içki parasına elden çıkarır. Sonra da resimlerinin ‘yaÄŸlı Hasan’ın böreÄŸi gibi’ olduÄŸunu, ‘Kırk Haramiler’in eline düşüp Ali Baba’nın hazinesi gibi soyulduÄŸunu’ yazar. Cebine para girer girmez, takıldığı meyhanedekilere içki ısmarlar. Resimlerini çok beÄŸenen Picasso’nun hediye ettiÄŸi bir resmi bile ertesi gün o akÅŸamın içkisi için elden çıkaracaktır.1962 sonlarında beyin kanaması geçirir, sol ayağı tutmaz, karaciÄŸeri iflas eder. Yine yardımsever bir Fransız sayesinde küçük bir köy olan Reillane’e yerleÅŸir. Ayda en az dört guajla kirasını öder, arta kalanlarla geçinir, ilk defa doÄŸru dürüst bir evi olur. Ancak beÅŸ yıl kadar sonra, 64 yaşındayken, sinir krizlerinin ÅŸiddeti artar, hastaneye yatırılır, aynı yıl düşkünler yurdunda ölüp, kimsesizler mezarlığına gömülür. Naaşı 1974’te Türkiye’ye getirilerek Karacaahmet Mezarlığı’na gömülür. Resimleri bundan sonra Türkiye’de deÄŸer kazanacak, en pahalı ve en çok sahtesi yapılan ressamları arasına girecektir.Hayatta katlanabildiÄŸi tek ÅŸey resimdiRessam dostu Bedri Rahmi EyuboÄŸlu: Bir ressam tasarlayın ki aklına estiÄŸi zaman resim yapmaktan baÅŸka hiçbir ÅŸeyden sorumlu deÄŸil. Haftada üç gün aç susuz dolaÅŸmayı göze almış, kırlarda böğürtlen toplarcasına sokaktan izmarit toplayıp içiyor. EÅŸin dostun yardımıyla birkaç resim satabilirse ilk iÅŸi en sert içkilerle kafayı çekmek, en pahalı yiyeceklerle karnını doyurmak ve en sunturlu küfürlerle etrafındakileri kasıp kavurmak oluyor. (...) Odasında bir çekirge sürüsü gibi her yanı kaplayan sefalet bulutundan bir tek ÅŸey kurtulmuÅŸ. Boya kutusu ve fırçaları. Paleti çiçek gibi tertemiz...Küratör Levent ÇalıkoÄŸlu: ÇoÄŸu ressam için resim bir didiÅŸme sahasıdır. Mualla, iç dünyasını ele veren mektuplarının hiçbir köşesinde resim yapmanın veya yeni bir kompozisyon yaratmanın zorluÄŸundan söz etmiyor. Belli ki resim yapmak onun el ve yüreÄŸinin doÄŸal bir yansıması. Ä°ÅŸin doÄŸrusu katlanabildiÄŸi tek ÅŸey de resim; onun haricinde en yakın dotlarıyla kavga etmekten çekinmiyor. Küratör HaÅŸim Nur Gürel: Kendisini insanlara -özellikle kadınlara- hiçbir zaman sevdiremeyen Mualla’nın resimleri aracılığıyla sevilmek istediÄŸi, bu nedenle bilinçaltında hiç olmazsa resimlerinin sevilmesini istediÄŸi söylenebilir. Pentürle hayatımı kazanıyorum, daha ziyade kendimi öldürüyorumFikret Adil’e yazdığı mektuptan: (5 Kasım 1946- Orhan KoloÄŸlu’nun Fikret Mualla: Bir Garib KiÅŸi adlı kitabından) ‘Pentürle hayatımı kazanıyorum. Daha ziyade kendimi öldürüyorum. Elimdeki avucumdaki ne ölecek, ne de yaÅŸayacak kadardır. Ãœstüm başım bitik, ne elbisem kaldı, ne de çamaşır, kış fena halde geldi. Müsait ve biraz ÅŸehvetli bir satış yapmak gayretlerini arıyorum. Paris’in ücra bir köşesinde dünyadan uzaklaÅŸmakla uÄŸraşıyorum. Maddi mücadele yoruyor. Sanat bu vaveylalı alemde tıpkı bir kedi miyavlaması gibi geliyor bu alem insanlarına...’Taha Toros’a yazdığı mektuptan: (8 Ocak 1965- Taha Toros’un, Fikret Mualla 1903-1967 adlı kitabından) ‘Çok şükür sobam var (...) Burada saat yedi buçukta ÅŸafak söküyor... Fırçayı atıyorum, sıra ÅŸaraba geliyor. Biraz sonra, yani bir çeyrek kadar vakit geçirerek fırçaya dalıyorum; onu atıp ÅŸarabı içiyorum. Günlerim böyle geçiyor bu sakin köyde. KonuÅŸacak kimseler yok...’Madam Greta Bolin’e... (1957) ‘Kendimde resim yapacak gücü göremiyorum artık... Çalışmayı deneyen, çevresindekilerin söylediklerine ve bir parça kabiliyeti olduÄŸuna inanmayı deneyen bir ölüyüm sanki. Ama aslında ne kendime inanıyorum, ne de çevremdekilere. Korkunç bir ÅŸey bu. Evet ölmek bu. Belki çok fazla resim yaptım...’Â
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!