Oluşturulma Tarihi: Ekim 26, 2008 00:00
Duyduğuma göre, İstanbul’daki Boğaziçi Festivali’nde, St. Petersburg Balesi ve Rusya Devlet Senfoni Orkestrası adıyla sahneye çıkan toplulukların çakma olduğu, sanatçı kaşelerinin şişirildiği haberleri üzerine Türkiye’nin diğer kentlerindeki festivalleri bir telaş almış.
Son birkaç yılda Rusya’dan gelen topluluklara yer veren festivaller "Bizimki de çakma çıkmasın sakın" deyip araştırma yapmaya başlamış. Bu arada olayın yankıları Londra’ya ulaşmış. İngiltere’nin en ünlü konser ajanslarından birinin patronu, geçen hafta telefonla görüştüğü bir Türk sanatçıya "İstanbul’da neler oluyor" diye sormuş.
Hazır Frankfurt’tan yeni dönmüşken, şimdi biraz da Avrupa’dan
haberler vereyim. İstanbul 2010’dakilerin de içini ferahlatayım. Beterin beteri var, deyip hallerine dua etsinler...
Biliyorsunuz 2010’da sadece İstanbul değil, iki şehir daha Avrupa Kültür Başkenti olacak. Bu şehirlerden birinde müthiş olaylar yaşanıyormuş. Bana olayı aktaranlar şehirden bahsederken "Pes Ruhrist" diyordu sürekli. Haritaya baktım, Google’da aradım, bulamadım. Herhalde adını açıkça vermek istemediler...
Efendim, bu şehrin hazırlık komitesi 2010 çalışmalarına web sayfası oluşturmakla başlamış. Sonra bir komite üyesi maliyetini merak etmiş işin. Değil web sitesi, küçük sanayi sitesi kuracak kadar para ödendiğini öğrenmiş: Bizim paramızla 3 milyon YTL! Şapkası havaya uçmuş bizim komite üyesinin. Araştırmış: Siteyi hazırlayan müteşebbis, komiteden sorumlu başbakan yardımcısının gelininin babası çıkmış. Hiddetlenip komitenin para trafiğini kontrol etmeye başlamış. Çok daha vahim olaylarla karşılaşmış...
Mesela, bizim paramızla 20 milyon YTL’yle başlayıp katlanarak büyüyen 2010 tanıtım reklamları bütçesinin piyasa rayicinin iki katı komisyonla bir firmaya aktarıldığını öğrenmiş. İşin içinden, hükümetin komiteye atadığı iki müfettiş çıkınca, büyütecini onların üstüne koymuş. Özellikle de çevresine tos atan küçük müfettişin üstüne... Sıkı bir takipten sonra, açığını yakalamış. Meğer küçük müfettiş komite bütçesinin yattığı banka şubesini arayıp, hesaplar karşılığında gıcır gıcır bir Audi A4 istemiş. Bankayla yaptığı yazışmalarda, komite başkanının elektronik imzasını kullanmış. Olay ortaya çıkınca "Otomobili başkente göndereceğim, bakanımızın sekreteri istedi" demiş. Tabii hemen komite toplanmış, küçük müfettiş kapının önüne konulmuş. Pes Ruhrist’deki dedikoduları duyunca İstanbul 2010’un Yürütme Kurulu üyelerinin "Beterin beteri varmış" diyeceğine eminim...
Birleşik Arap Emirlikleri göğsü görünen kız tablosunu veto etti Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi’nde 26 Eylül’den beri devam eden önemli bir sergi var: Doğu’nun Cazibesi.
Sergide 102 oryantalist resim var. İngiltere’nin köklü sanat kurumlarından Tate Britain ve British Council işbirliğiyle hazırlanan serginin ABD ve İngiltere’den sonra üçüncü durağı İstanbul.
Toplam değeri 150 milyon dolardan fazla olan koleksiyon Şubat 2009’da son durağı olan Sharjah Sanat Müzesi’nde açılmak üzere Birleşik Arap Emirlikleri’ne yola çıkacak.
Geçenlerde sergiyi dolaşırken duyduğum bir gelişmeden söz etmek istiyorum.
Birleşik Arap Emirliği yetkilileri Sharjah Sanat Müzesi’ne gidecek koleksiyondan iki resmi ülkelerindeki hassasiyeti göz önünde tutarak istememişler. Bunlardan biri Frederic Leighton’ın 1862’de yaptığı "Odalık/Odalisque" adlı tablosu. Eserin istenmemesinin nedeni resimdeki genç kızın göğsünün gözükmesi.
Fakat benim anlayamadığım, bu tabloyu reddeden yetkililerin çıplak kölelerin göründüğü Jean-Leon Gerome’un "Satılık: Kahire’de Köleler" tablosuna nasıl onay verdikleri.
Ülkelerine getirilmesini istemedikleri ikinci tabloda da böyle bir çelişki var. Yine Frederic Leighton imzalı "Şam’daki Ulu Cami’nin İçi" tablosunun istenmemesinin nedeni, resimde yer alan Davud Yıldızı ya da Mühr-ü Süleyman şeklindeki avize.
Yalnız sergiyi gezerken bir şey fark ettim. Bizzat Sharjah Art Museum’un kendi koleksiyonundan olan David Roberts imzalı "Baalbek’teki Güneş Tapınağı’nın Kalıntıları" adlı tablonun tam orta yerinde bir sütunun üzerinde Davud Yıldızı bütün açıklığı ile görünüyordu.
Bu ne yaman çelişkidir? Ama işin içine yasak girince çelişkinin olmaması garip değil mi?
Yaşayan en büyük Türk şairi şimdi kim olacakTartışmayı açan ben değilim. 15 Ekim’de aramızdan ayrılan Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ölümünden sonra, birden eskiden okuduğum bir yazı geldi aklıma. Enis Batur’un Suya Seng kitabında yer alan bir yazıydı bu.
Batur, Robert Frost öldüğünde, başta John Berryman olmak üzere kalanların "Şimdi yaşayan en büyük Amerikan şairi kim sayılacak" diye bir kaygıya kapıldıklarını hatırlattıktan sonra, tanık olduğu bir tartışmayı anlatıyor: "Geçenlerde, bir grup Fransız’ı tartışırken izledim, meyhane masasında. Bir yayıncı-yazar, Jaccottet’nin yaşayan en büyük Fransız şairi olduğunu söylüyordu. Bonnefoy’yı hatırlattılar, şiirinin buzul yönü üzerinde durarak onu kenara itiverdi..."
Sonra Enis Batur, "Bence yaşayan en büyük şairimiz Dağlarca’dır" diye devam ediyor yazısına ve bugün sormamız gereken soruyu daha o zaman soruyor: "Dağlarca değilse kim? Büyük olasılıkla hiç kimse! Attila İlhan bütünüyle demode, İlhan Berk hafif şair. Geçen yıl olsaydı ne kolaydı. Melih Cevdet’in ya da Ece’nin adını verip rahatlarlardı. Öteki Türkiye daha rahat: Necip Fazıl’ın ölümünden bu yana tek adayları var: Sezai Karakoç."
Enis Batur bu kitapta yer alan yazılarını yazdığında Attila İlhan da, İlhan Berk de henüz hayattaymış. Ama onlar Dağlarca’dan önce ayrıldılar aramızdan. Bakalım edebiyat dünyası şimdi kime verecek ’yaşayan en büyük Türk şairi’ payesini.