Urfalı cömerttir. Komşusuyla, çay, şeker, tuz, neyi varsa, hepsini paylaşır. Ama büyük zahmetlerle evinde yaptığı isota gelince, gözünü kırpmadan, ‘’valla kurban, az bişey kalmıştı, onı da kifte (çiğ köfte) yaptığ kalmadı, kusura bakma’’ cevabını verebilir. Arapça’da ‘’acılı’’ anlamına gelen isotun zamanı şimdi. Evlerin camlarında hep aynı yazı: ‘’bu evde biber çekilir.’’ Urfalı için biber önemlidir. Makbul olan ev isotudur ve yapması hiç de kolay değildir. Her yerden biber alınmaz, her evin biberi de yenmez. Koca Isotçu Pazarı, çiğ köfteye hizmet eder. Türküler de öyledir; ‘’Urfa büyüktür alınmaz/ Dibi mermerdir delinmez/ Urfa’nın çiğ köftesi/ Hiçbir yerde bulunmaz’’...
Eski bir gelenektir; her sabah altıda, esnaf, Sipahi Pazarı’nın kapısında toplanır ve kepenklerini açmadan önce dua eder. Kepenkler açılınca, İsotçu Pazarı, Gümrük Hanı, Kürkçü Hanı, Aşağı Çarşı, Tütüncü Pazarı, Kazzaz (Bedesten), Hüseyniye, Sarraç, Attar, Boyahane, Keçeci, Kavafhane gibi asırlık isimlerini hálá taşıyan birçok çarşı hareketlenir, demirciler, bakırcılar, ikinci el elektronik eşya satanlar, lokantacılar, patronlar, çıraklar iş başı yapar. Osmanlı’dan kalma bir ticaret merkezi, Urfa Çarşısı. İçiçe geçmiş çarşıları, birkaç metrekarelik dükkanları, emektar esnafı ve atmosferiyle, Anadolu’nun en ünlülerinden.
OĞLAK DERİSİNDEN DEF VE SİMLİ KADİFELER
Tarihi Urfa’nın kalbi, 16. yüzyıla ait bir kervansaray olan Gümrük Hanı’nda atar. Bir tarafta avludaki kıraathanenin kürsülerine oturmuş, bu egzotik ortamın sarhoş ettiği turistler, diğer tarafta sardığı kaçak tütünü, tavla oynarken keyifle tüttüren ve mırra içen Urfalı erkekler... Bir tür kıraathane pazarıdır burası. Bir milyara kadar alıcı bulabilen tespihler, fiyatı 150 milyona varan Van yapımı, gümüş tütün tabakaları, antika saatler, yüzükler masaların üzerine, çayların yanına dizilir ve alıcı bekler. Gümrük Hanı’nın üst katı ise başka bir dünyadır. Küçük çocuklar dikiş diker, genç delikanlılar pantolon ütüler, herkes öğle vakti yere gazete açıp fırından yeni çıkmış tenceredeki patlıcan kebabını paylaşırlar. Hanın etrafındaki labirentlerde her köşede, her birkaç metrekarelik boşlukta bir şeyler satılır. Torbalar dolusu Adıyaman tütünü elle karıştırılırken, etrafa yayılan koku önce baharatlara sonra da yeni kesilmiş koyunun kokusuna karışır. Hüseyniye Çarşısı’nın bakırları, siyahlaşmış tonozlu taş handan içeri süzülen ışığın altında dövülür. Çobanlar ve Araplar, soğuktan korunmak için, Kürkçü Hanı’nda, Aba yaptırırlar. Zikr edenlere, mevlut okuyanlara oğlak derisinden def, çocuklara oyuncak, davulculara gerçek davul satılır. Tezgahlarda hiram dokunur. Kavafhane’deki onlarca Singer’de, kumaşını getirene şip şak pantolon dikilir. Kadınlar, Suriye ve Uzakdoğu’dan gelen renkli, simli parlak kadifelere hayranlıkla bakarlar.
ERKEKLER GÖKYÜZÜNE BAKAR KADINLAR KABUĞUNA ÇEKİLİR
Çoğunluğun Kürt ve Arap olduğu, Anadolu ile Arap Yarımadaları’nı birbirine bağlayan geçiş yolları üzerindeki Urfa’ya köylerden alışveriş için gelen kadınların Arap ipeğinden giysileriyle yüzlerindeki dövmeler, dikkat çekici. Görkemli salınışına rağmen kadın, burada arka planda kalmayı tercih ediyor. Geceleri kabuğuna çekiliyor, eşiyle yemeğe çıkmıyor. Genç ve orta yaşlı erkekler, her hafta birisinin evinde, Sıra Geceleri düzenliyor, dertleşiyor, çalıp söylüyorlar.
Urfalı erkeklerin çoğu, gökyüzüne bakarak yürür. Kentin minarelerinin arasından gruplar halinde süzülen güvercinleri seyrederken, akıllarından bir an önce eve varıp terastan kendi kuşlarını uçurmak geçiyordur. Urfa’nın en tedavi edilemez hastalığıdır, kuşçuluk. ‘’Kuşçu olmayan adamdan sayılmaz’’ derler buralarda. Erkek çocukları, kuş alıp satarak büyür. Okuldan eve güvercin getiren bir çocuk ya da okumayanın bir kuşçu dükkanında çalışması doğaldır. Havada uçuşan tüylerin arasında ilerlerken, Kuşçu Pazarı’na geldiğinizi anlarsınız. Dükkanlar, bu işin ticaretini yapar, güvercin alır ve satarlar. Evinin çatısında güvercin yetiştiren, uçuran ve bunu tutkuyla yapan ise tüccarla aynı kefeye konmaz. Kendini bu hobiye kaptırmış olanların, sayısı 50, 100, 200 hatta 400’e varan güvercinleri vardır. Güvercinler, akşamüstü hava serinleyince, gruplar halinde Urfa semalarında kısa uçuşlar yapar ve tekrar evlerine dönerler. Yeni Mahalle’de yaşayan Mahmut Aynalı, karısının tüm itirazlarına rağmen, yine oğluyla çatıda ve belli ki geceyarısına kadar da orada kalacak. ‘’Hanım bu pisliğe dayanamir ama bıraktın mı neşelerini alirsen, moralin yerine gelir’’ diyor. Annesinin 25 yıllık kuaför salonunu devralan Hatice ise biraz dargın; ‘’bazen güvercinlere verdiği değeri kıskanırım’’ diyor. Mahmut Bey’in eskiden 500 güvercini varmış, şimdi ‘’Dalgınlığıma geldi, büyük oğlan sattı’’ diye hayıflanıyor. Onun için en değerlileri ‘’taklacı’’lar; ‘’Onları uçurmam, kaptırırsam, geri almaya gücüm yetmez çünkü. Baban da olsa geri vermez. Kuşçunun dostu olmaz.’’
Bir ay sonra, ‘‘karışma’’ var. Bütün kuşçular bunu konuşuyor. Urfalı kuşçuların, nisan ayına kadar her gün katılacağı bu geleneksel aktivite, bazılarına göre ‘‘havada kumar’’, bazılarına göre de ‘‘benim kuşum geri döner’’ iddialaşması. Karışmada, kentin bütün kuşçuları, her gün, belirlenen saatte, güvercinlerini gökyüzüne salar. Havalar iyice serinlemiş olduğundan, kuşlar kısa uçuşlar yapmak yerine, bulutlarda kaybolacak ve evlerine yolunu şaşırmış başka güvercinlerle birlikte döneceklerdir. Kaybolan kuş, Kuşçu Kahvesi’ne getirilir, dostluk bağı varsa jest olarak iade edilir ya da sahibine parayla satılır.
160 YILLIK, 18 KÜMBETLİ HARRAN EVİ’NDE TURİSTLER
Turistlerin yıllardır kümbet evlerdeki ‘’ilkel ve otantik’’ yaşamı, parlak kıyafetli kadınları ve Ulu Cami’yi görmeye geldiği, sınıf atlayan Harran’da bugün çoğunluk klimalı ya da vantilatörlü evlerde oturuyor. Konik kubbeli evler, ahır, samanlık oldu. Ailelerdeki çocuk nüfusu, 14- 15’ten 6-7’ye indi.
Harranlılar, 19. yüzyılda Irak’tan gelen Türkler. Arap kültürünü yaşıyorlar. Evde Arapça konuşuluyor, çocuklar Türkçe’yi okulda öğreniyorlar. 10 yıl öncesine kadar da kadınların çoğu Türkçe bilmiyordu. Zonguldak’tan Harran ilkokuluna tayin olan genç öğretmenle tanışıp evlenen Reşat Özyavuz, 14 kardeşiyle birlikte çocukluğunun geçtiği 160 yıllık, 18 kümbetli Harran Evi’nde turistleri ağırlıyor. Reşat, belki artık bu evlerde yaşamıyor ama korunmalarını önemsiyor; ‘’ 20 yıl önce köyde Arap atları vardı. Araştırma yapıldı, bu evlerde atların daha uysal olduğu, tavukların günde 2-3 kez yumurtladığı, soğanın ve bazı sebzelerin ömrünün uzadığı ortaya çıktı. Bugün evlerin yapılması da yıkılması da yasak.’’
Şuayp Şehir’de yaşayan Güneş, kayınpederi Halil Bey’le birlikte kocasını bekliyor. Güneş hamile, dördüncü yolda. Kocası, Malatya’da hamallık yapıyor. Aylardır kocasından uzak. Ama belki de başka türlü bir hayat bilmediğinden gülerek anlatıyor, ‘’gelince geliyor, gidince gidiyor, telefon yok,
haber yok’’ diyor. Köydeki birçok evin olduğu gibi, onların da iki gözlü evlerinin önünde bir ‘’taht’’ var. Sıcak gecelerde, tahta uzanıp yıldızların altında uyuyorlar. Malatya’dan gelecek paradan başka gelirleri yok. Daha su buralara ulaşmamış ama Mehmet Toprak, başkasıyla paylaştığı tarlasından pamuk elde edebiliyor. Kızı Sara, ancak ilkokul beşinci sınıfa kadar okuyabilmiş. ‘’Köyde okul yok, yoksa gönderirdim’’ diyor Mehmet Bey. Sara, canlı mavi gözleriyle bir babasına bir de topladığı pamuklara bakıyor, sesini çıkartmıyor...
HARRAN ARTIK KURAKLIĞIN SEMBOLÜ DEĞİLBundan 15 yıl önce, Harran’ı ilk gördüğümden beri, ‘’kuraklık’’ bana hep Harran’ı çağrıştırdı. O zamanlar bütün köylüler geleneksel konik kubbeli evlerde yaşıyor, topraklarına ancak buğday ekebiliyor, kamyonlara doluşup Adana’ya pamuk tarlalarında çalışmaya gidiyorlar, patates ve ekmek yiyerek haftalar geçiriyorlardı. Harran- Çukurova hattı, sanki sonu hiç gelmeyecekmiş bir hikayeydi o zaman. GAP projesinin gerçekleşmesi,
Atatürk Barajı’nın faaliyete geçmesi ve tünellerden Harran Ovası’na su verilmesiyle bu toprakların kaderi tamamıyla değişti. Halk zenginleşti, bugün artık buğdayın yanında, pamuk, arpa, mısır da ekebiliyor. Bu kez ‘’beyaz altın’’ toplamak için, Adıyaman, Mardin, Kahramanmaraş, Halfeti’den işçiler Harran’a geliyorlar. Susuzluktan pes edenler, topraklarını yok pahasına, bir at ya da koyun karşılığında, projeden haberdar olan toprak ağalarına satmışlardı. Zenginliği sindiremeyenler de hesabını bilemedi, kentlerde hovardalık yaptı, battı. İki türlü de bu köylüler kendi tarlalarına işçi olarak girmek zorunda kaldılar. Su geldi, köylü zenginleşti belki ama, okumak isteyen Harranlı kızlar yine okuyamadılar. Çünkü bu kez de pamuk hasadına yardım etmeleri gerekiyordu.
BEN OLSAYDIM BUNLARI YAPARDIM Gümrük Hanı’nda kürsülere oturup mırra içmek
Eski bir Urfa evinin avlusunda dinlenmek
Harran Evi’nin tahtında yıldızların altında uyumak
Gece, ışıklandırılmış Balıklıgöl’ün etrafında dolaşmak
Kuşçu Kahvesi’ndeki şamatalı bir açık artırmayı izlemek
Kentin eski sokaklarını ve evlerini gezmek
Kaldırıma dizilmiş tezgahlarda, ciğer ve bostana yiyip Urfalılar’la sohbet etmek
Soğmatar’da ay, güneş ve gezegenlere adanan tapınak ve mağaraları gezmek
Şanlıurfa Kalesi’nden kenti seyretmek
Sıcak bir Urfa gününde Fırfırlı Camii’nin serinliğine sığınmak