Güncelleme Tarihi:
Yönetmenler bu tür anı yazımına genellikle ‘emekli’ olduktan sonra girişir. Ancak Ümit Ünal, bu hayat muhasebesine pek çok yönetmenin hâlâ ‘genç yönetmen’ olarak adlandırıldığı bir yaşta kalkışmış. Bunun iki nedeni var diyerek, sebepleri şöyle sıralıyor Ünal, “Birincisi, henüz 21 yaşındayken girdiğim sinema dünyasında, birçok yönetmen için bütün bir kariyer demek olan 25 yılı aşan uzun bir süreye ulaştım. İkincisi, hiç emekli olmayacağım.” Gül Yaşartürk, Ümit Ünal’la gerçekleştirdiği röportajları kitaplaştırarak, derli toplu, okunması çok keyifli bir kitap hazırlamış. Kitaptan bazı bölümleri sizin için alıntıladık...
YENİ FOÇA YAZDIĞIM BİRÇOK ŞEYDE VAR
Yeni Foça, 1920’lerden önce 20 bine yaklaşan nüfusuyla büyük bir Rum kasabasıymış. 1922’deki mübadeleden sonra tüm Rumları gönderip (birçoğu da katledilmiş) yerlerine adalardan iki bin kişi getirmişler. Gelenler en iyi evlere yerleşmiş, kalan evleri yıkılmaya terk etmişler.
Çocukluğum o yıkıntıların arasında, incir ve karadut ağaçlarına tırmanarak geçti. Avuç avuç karadutla kendimizi boyar, Kızılderili olduğumuzu hayal eder, palmiyeden yapılmış yaylarımız ve kamış oklarımızla savaş çığlıkları atarak sinekler içinde denize kadar koşardık. Yeni Foça yazdığım birçok şeye girdi. ‘Kuyruk’ romanımda bir bölüm, kıyı köyünde geçen bir çocukluğun, yazlık sinemaların ayrıntılarıyla doludur.
HER BİRİ ASLINDA BENİM
Gustave Flaubert, meşhur sözünde; “Mademe Bovary, benim” der ya... Yıllar önce ‘9’da ülkücü, ırkçı Tunç dahil her karakterin benden iz taşıdığını söylemiştim. ‘Ara’da da kadın karakterler dahil olmak üzere, hepsinin ağzından elbette ben konuşuyordum. Kendisini değersiz bulduğu için, sevgilisini çok sevdiği halde, kötü davranan ve aldatan “O sızı hiç geçmeyecek, biz hiç doymayacağız” diyen ‘macho’ erkek Ender de, olabilecek en gizli şekilde gay hayatı yaşayan Veli de benim korkularımı, pişmanlıklarımı dile getiriyorlardı.
NASIL RESSAM OLAMADIM?
Çocukken hep büyüyünce ressam olacağımı düşünürdüm. Okul öncesinde fark ettikleri bir çizim yeteneğim vardı. Annem çocuğunun yeteneğinin bir işe yaramasına çalışan bütün pratik anneler gibi, çizdiğim palyaço, çiçek böcek desenlerine bakıp; “Oğlum tekstil desinatörü olacak” derdi. Benim hayalimdeyse hep ressam olmak vardı. Gerçi, nasıl ressam olunur, akademi neresi, İstanbul’da ressam olmak nedir, hiçbir fikrim yoktu. Yine de gelecek melecek düşünmeden en çok kendimi kaybettiğim şey resim yapmaktı. Okulda geçirdiğim dört sene içinde aslında dünyaya ressam olarak değil, hikâyeci olarak geldiğimi anladım. Üniversite sınavı öncesi verilmiş çok hızlı bir kararla ressam yarine sinemacı oldum yani.
AÇ KALACAKSIN!
Sınav sonuçları geldiğinde babam, ancak yaşlanınca anladığım bir kaygı ve öfkeyle, kıyameti koparıp bütün öğretmen arkadaşlarının önünde bana bağırmıştı: “Aç kalacaksın, ben de bakmayacağım.” Neyse ki şans yardım etti ve sonraki yıllarda kısa aralıklarla neredeyse açlık sınırında kalsam da ailemin yardımına hiç muhtaç olmadım.
‘PİANO PİANO BACAKSIZ’ BENCE ZAYIF BİR FİLM
Piano Piano Bacaksız, sonuçta aslında düzgün çekilmiş kaliteli bir filmdir ve çok beğeneni vardır ama bana maalesef oldukça zayıf gelir. Piano Piano Bacaksız, yönetmeni bir parçacık daha cesur olabilseydi, en azında kitapta (Kemal Demirel, Evimizin İnsanları) mevcut dünyayı çekinmeden yansıtmayı deneseydi çok daha güzel bir film olabilirdi. Kitabın yumuşak, güler yüzlü, duygusal bir anlatımı vardır, ancak anlattığı şey hayli sivri, acıklı ve serttir. Tunç Başaran o malzemeyi bir tür çocuk filmi halinde yorumlamayı tercih etti. Bana kalırsa kitap çok hafifletildi. Düzgün, ‘nostaljik’ bir film ama çok daha güzel ve önemli bir film olabilirdi.
‘DENEYSEL’ KELİMESİNDEN NEFRET EDERİM
Bazı eleşirmenler filmlerimin, özellikle 9’un ‘deneysel’ olduğuna dair yorumlar yapıyor. Ben bu kelimeden nefret ederim. Çünkü çoğu zaman bir şey denemiyorum, ne yaptığımı gayet iyi biliyorum. Ancak, 9’un hem yapım hem de hikâye manasında deneysel olduğunu kabul etmem gerek sanırım.
EN BÜYÜK KABALIĞI YAPAN BEN OLDUM
Ümit Ünal, beş yönetmen (Ümit Ünal, Kudret Sabancı, Selim Demirdelen, Yücel Yolcu, Ömür Atay) tarafından çekilen ‘Anlat İstanbul’ filminin çekim sürecinden bahsediyor:
“Maalesef tek sorun Kudret Sabancı’nın çektiği bölümde çıktı. Kudret’in çektiği Pamuk Prenses bölümünde bir sahne hem gereğinden fazla uzundu hem de iyi çekilmemişti. O sahnelerin yeniden çekilmesini yapımcı dahil, herkes istiyordu. Ama bunu Kudret’e kim söyleyecek sorusu bir dert oldu başımıza... Erol (Avcı) dizi yönetmeni olarak birlikte çalıştığı Kudret’i kırmaktan çekindiği için kendisinin söyleyemeyeceğini belirtti. Ayrıca Kudret’in bir gece ayırıp sahneyi yeniden çekmeye zamanı yoktu, çok yoğun tempoda bir dizi çekmeye başlamıştı. Konu bu nedenle uzun süre askıda kaldı. Çekimin son günü çekmezsek sahne o halde kalacaktı, son anda, son güne ek çekim koyduk ve o sahneyi ben çektim. Ramazan’la İdil ara sokakta, grafiti boyalı bir kapı önünde konuşurlar, Ramazan bir içki şişesinde ilaç verir, İdil kaçar.
Bu yeniden çekim olayı Kudret’e daha önce söylenmediği için ertesi gün haberdar oldu. Kabalık etmeyeyim, incelik yapayım derken en büyük kabalığı yapan durumuna düştüm. Olay sanki ben kendi başıma hareket etmişim gibi anlaşıldı. Bu arada Kudret çok kırıldı. Bu konuda çok üzgünüm.
HİÇ SİNEMA DELİSİ OLMADIM
Ben hiç ‘sinefil’ ya da ‘sinema delisi’ olmadım. Bir iki gerçek ‘sinema delisi’ insan tanıyorum. Her filmi takip eder, bilirler, sinemanın kendisine (kötü ve ucuz filmler dahil) âşıktırlar. Salonları, salonların kokusunu, karanlığı, dublajı, kötü altyazıları, kısacası her şeyiyle sinemaya gidiş ritüelini severler. Bense onlardan olamadım.