Ülkenin ilk kadın mitingine sahne olmuşken neden içine kapandı, anlamak güç

Güncelleme Tarihi:

Ülkenin ilk kadın mitingine sahne olmuşken neden içine kapandı, anlamak güç
Oluşturulma Tarihi: Mart 29, 2004 02:49


Ülkenin ilk kadın mitingine sahne olmuşken, balolarıyla canlı bir sosyal hayatı varken neden içine kapandı, anlamak güç

1910
’lardan kalma, tarihi Belediye Konağı’nın, merdivenlerinden iner inmez, arkamı dönüp, binaya yeniden bakıyorum. Ne kadar oturaklı ve ağırbaşlı duruyor... Kastamonu’daki bu Milli Mimari ekolü örneği, hiç alışık olmadığım bir durumla karşı karşıya getiriyor beni. Güzel ve estetik devlet daireleri... Dört metre tavan, dengeli duruş, çarpıcı süslemeler... Demek ki bir zamanlar, bugün artık Anadolu’nun birçok kentinde nostaljisini yaptığımız ahşap evler gibi, devlet binaları da dikkat çekici yapılarmış. Araba Pazarı Hamamı’nın karşısındaki eski Belediye Konağı, şimdi Osmanlı Sarayı adında, butik bir otel. Cumhuriyet Meydanı’ndaki, aynı dönem ve akımın eseri Hükümet Konağı ise görev değişikliği yapmak zorunda kalmadan yaşamını sürdürüyor.

Daha önce hiç görmediğiniz bir kentteki ilk dakikalarınızda, başınıza gelebilecek en iyi şey, kendinizi o gün kurulan pazarın içinde bulmaktır. Biraz sersemleticidir ama daha hızlı hisseder, daha kolay ısınırsınız. Günlerden çarşamba. Kastamonu’nun pazarı. Pazarın girişinde, Kendir Kapanı var. Yanıkoğlu Hacı İsmail Ağa, burayı ticaret hanı olarak yaptırmış. 270 yıl sonra, hálá içeride ticaret yapılıyor. Üç katlı hanın, avlusunun etrafına dolanan ahşap koridorlardaki odalardan köylüler, urgan yapılmaya hazır, çuval çuval taranmış kendir çıkarıyorlar. Hanın girişindeki tartılarda, adamlar kendir tartıyor, el sıkışıyor, yıllar içinde azalmış olsa da hálá kendir ticaretiyle geçinebildikleri için şükrediyorlar.

EVLİYALAR ŞEHRİ

İstanbul’dan gelip, Kastamonu’da bir pazarın içine düşmek, adım başı ‘bu ne?’ sorusunu sormayı gerektirebilir. Zamanında Roma’ya ceviz ve badem ihraç eden bu kentte yetiştirilenlerin birçoğunu tanımıyorum. Örneğin, üryani eriği... Satıcı kadın, düşüncelerimi okuyormuş gibi, ‘Kastamonu’dan başka hiçbir yerde göremezsin’ diyor. Bir tane daha; insanoğlunun tarıma geçmesiyle ilk ektiği buğday türü; siyez bulguru... M.Ö. 10 bin yılında da vardı, şimdi de var. Alıp almamanız önemli değil, hikayesini kadınlar anlatıyor zaten; ‘hasattan sonra kazanda kaynatıyoruz, kurutuyoruz, en son su değirmeninde kabuğundan çıkarıyoruz...’ Yanyana dizilmiş kadınlar, üryani eriği pestili satıyorlar. Bu kara pestil yenmiyor, su içinde ezilip içiliyor. Elma ekşisi, kepekli su değirmeni unu, Taşköprü sarmısağı, keten tohumu, torba yoğurdu, Tosya pirinci...

İskilip’ten Kastamonu’ya doğru yol alırken, Kös Dağları’yla çevrili Tosya’nın uçsuz bucaksız pirinç tarlaları, güneş batarken yansımalar ve siluetlerle doludur. Burada hemen hemen her ailenin bir pirinç tarlası vardır. Dağın altından akan Devrez Çayı’nın bölgenin ekonomisi için önemi büyüktür. Dünya çapında meşhur Tosya pirinci, onun eseridir. Devrez Ovası toprağının öyle bir yapısı vardır ki burada dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayan, yöreye has özellikli pirinç türleri yetişir.

Çarşının, Kale Kapısı semtine açılan çıkışlarından birinde, büyük bir tonoz şeklinde bir türbe dikkatimi çekiyor. Kastamonu, bir evliyalar şehri. Adım başı yatır var. Anadolu’da, en çok türbenin birarada bulunduğu kentlerinden biri olmalı. Bunlardan en önemlileri ve en çok ziyaret edilenleri arasında Aşıklı Sultan Türbesi var. İçerideki beş sandukadan ortadaki, Aşıklı Sultan ya da halkın deyişiyle Yanık Evliya’ya ait. 1116 yılında, Türkler kaleyi Bizanslılar’dan almak için savaşırken, kumandan olan Aşıklı Sultan, okla vurularak şehit olmuş, şehit olduğu yere gömülmüş, sonraları da üzerine bir türbe yapılmış. Bu türbenin sıradışı bir yanı var. Sultanın sandukasının ucundan ayakları görünüyor. Söylenceye göre, Cumhuriyet’in ilk yıllarında türbeyi ziyaret eden biri, dileği gerçekleşmeyince, öfkeyle türbeyi ateşe vermiş. Aşıklı Sultan, valinin rüyasına girip onu uyarmış, bunun üzerine yangın hemen söndürülmüş. Sandukanın ucundaki camdan görünen ayakları bu yüzden yanık.

KASTIN NEYDİ MONİ?

Kentin eski ahşap evlerinin sıralandığı sokakların ucundan, er geç, Kastamonu Kalesi görünür. Burası, kentteki Bizans varlığını hatırlatan tek yapı. Kaleye çıkıp, tepeden kenti seyrediyorum. Aklıma, Kastamonu adının kökenine dair anlatılan, efsanevi, romantik öykü geliyor. Bizans tekfurunun güzel kızı Moni, kaleyi kuşatan Türk askerlerinin komutanını, kale burçlarından görür ve aşık olur. Türkler, Bizans tekfurunun direnişi karşısında, kuşatmadan vazgeçmek üzeredirler. Bir gece, Moni dadısını kalenin anahtarıyla birlikte, Türk beyinin çadırına gönderir. Dadı, beye, Moni’nin ona aşık olduğunu söyler, kuşatmayı bırakıp gitmemesini ister ve ona kalenin anahtarını verir. Kısa bir zaman içinde, Türkler yeniden saldırıya geçmiş, tekfursa kızının ihanetini öğrenmiştir. Baba, kızını, kırk arkadaşıyla birlikte, kaleden aşağı attırır. Bu sırada tekfur, acı içinde, ‘Kastın neydi Moni?’ diye bağırıyordur...

Belediye Caddesi’nde ayakkabıcılar, kuyumcular, pastırmacılar sıralanmış. Bir zamanlar Kastamonu’da yoğun bir Rum ve Ermeni yerleşimi varmış. Ermeniler’in çoğu geçimini ayakkabıcılıkla sağlıyormuş. Şimdi bu nüfus yok denecek kadar az. Cadde üzerinde, bir dükkanın önünde duruyorum; içeride hummalı bir şekilde pastırma kesiliyor, soğan doğranıyor. Kastamonu’nun şanı etli ekmeğin, pastırmalı olanı da çok tüketiliyor burada. Sedat Tabakoğlu’nun asırlık dükkanında, pastırma ve soğan tepeler halinde yığılmış, bir köşede de çemenler, pürüzsüz tereyağ kıvamında hazırlanmış. ‘Bir ekmeklik pastırma’ diye sipariş veriyor içeri giren kadın. Genç delikanlı soğanı doğramayı bırakıp, bir kağıdın içinde, pastırma, soğan ve kırmızı biber karışımı hazırlıyor. Bunu şaşırarak izlediğimi görünce, anlatıyorlar; o paket fırına gidecek, pastırmalı ekmek olarak çıkacakmış... Asıl seven ve bilen, lokantada yemez, böyle yaparmış.

Kent ne kadar göç vermiş olursa olsun, terk etmeyen Kastamonulu için bazı tatlar kalıcı. Etli ekmek kadar vazgeçilmez bir şey daha var; dibek dövme kahve... Özellikle bayram günlerinde, Zeki Bey’in Ovalı Pazarı’ndaki kahve ve sahlep dükkanının önünde uzun kuyruklar oluyor. Bütün kahvelerde de zaten dibek kahve içiliyor. Kahveciden, Balkapanı Hanı’na, oradan da Nalburlar Çarşısı Sokak’a doğru yürüyorum. Çocuk yaşta burada valilik yapan Cem Sultan’ın adını taşıyan handan geçip, kentin kalbi Nasrullah Meydanı’na geliyorum. Hayat burada; güvercinler, namaz vaktini bekleyen yaşlılar, banklarda sohbet edenler, gelip geçenler...

Biraz, tabelaları, plastik sandalyeleriyle estetikten yoksun ama gerçek bir kent meydanı. Mehmet Akif Ersoy, Kurtuluş Savaşı’na destek veren seslenişini, meydanda bulunan Nasrullah Camii’nin kürsüsünden yapmış. İstiklal Marşı, milli marş olarak kabul edilmeden önce, ilk kez buradaki kürsüden okunmuş. Caminin, günün farklı ışıklarında farklı görüntüler veren, güzel, mermer şadırvanlarından akan suyla ilgili bir inanış var; ‘Nasrullah Şadırvanı’ndan bir defa su içen, ömrü boyunca, Kastamonu’ya en az yedi defa gelir ya da Kastamonu’da kalır...’ Kuzeyinde Küre, güneyindeyse Ilgaz dağlarıyla, dağlar arasında, yalnız, sık uğranmayan bir yerleşim olmuş, Kastamonu hep. Küre Dağları’nda bulunan bakır, ihraç ve imalatta, tarih boyunca önemini korumuş. Buradan başka kentlere, kumaş, yelken bezi, halat gönderilirmiş.

GEZDİKÇE GÜZELLEŞİYOR

Kenti ikiye bölen Karaçomak Deresi’nin üzerindeki Nasrullah Köprüsü ya da tarihi Taş Köprü’nün yanında, sabah erkenden geç saatlere kadar, adamlar bekleşir. Amele Pazarı denir buraya. Ağır işlerin altında ezilmek, bellerinde urganla ev taşımak ya da ellerinde kazmayla çukur açmak ve daha ‘ne olursa olsun’ yapmak için beklerler. Köprünün bir yanındaki Saat Kulesi ile diğer yanındaki Kastamonu Kalesi gibi, istemeden de olsa, neredeyse kentin sembolü olmuşlardır. Ancak ne Moni’yi tanırlar ne de saatin sesi yüzünden padişahın gözdelerinden birinin çocuğunu düşürdüğünü ve bu nedenle de saatin Kastamonu’ya sürgün edildiğini bilirler...

İlk anda, içine kapanık gibi durur, Kastamonu. Biraz da öyledir. Yüklü tarihinin ardından, sessiz ve sakin kalmayı seçmiş gibidir. 1920’lerde ülkenin ilk kadın mitingine sahne olmuşken, 1960 öncesine kadar da, balolarıyla, canlı bir sosyal hayatı varken, bugün nasıl böylesine içine kapandığını anlamak güç. Muhafazakar tarafı en çok, hiçbir gece hayatının olmayışında ya da açılan barların bir türlü ayakta kalamamasında kendini hissettiriyor. Sokakta gençler var ama eğlence yok. Kent kadınıysa, bir zamanlar Anadolu’yu ayağa kaldıran rolünü çoktan unutmuş.

Gezdikçe güzelleşen, karakteri olan bir Anadolu kenti, Kastamonu. İstediğinde, karlı dağlara, sahillere, derin kanyonlara açılır. İstediğinde, bir yatırda huzur bulur ya da ahşap konakların cumbalarının altından kıvrılarak, kaleye çıkar ve buradan kendini seyreder. ‘Kastın neydi Moni?’ diye bağıran acılı babanın sesi kulaklarını tırmalar, Münire Medresesi’nde baharatların kokusu, dövülen bakırın sesi, dokuma yapan kadınların sabrı, ahşabın kokusu ruhunu okşar... Kastamonu, içine kapanıktır belki ama, onu gerçekten tanımak isteyene kapıları her zaman açıktır...

BEN OLSAYDIM BUNLARI YAPARDIM

Bir Çarşamba sabahı, Yanık Han’da, köylülerin kendir pazarlığına tanık olmak

Nasrullah Meydanı’nın kalabalığına karışmak

Pastırma- soğan- kırmızı biber karışımı satın alıp, fırında pastırmalı ekmek yaptırmak

Kastamonu’nun görkemli devlet dairelerini gezmek

Kastamonu pazarını kaçırınca, Paflagonya Organik’ten, başka hiçbir yerde bulunmayan doğal ürünler almak

Güneş batarken, Tosya’daki pirinç tarlalarında çalışanları seyretmek

Kastamonu’da bir kahvehanede dibek kahvesi ısmarlamak

Kasaba Köyü’ndeki camide ahşabın sıcaklığını hissetmek

Kent Tarihi Müzesi’ni Arkeolog Murat’ın rehberliğinde dolaşmak
Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!