Güncelleme Tarihi:
Film, o gizemli kadının yönetmenimize anlattıklarının bir yansıması aslında. Buruk bir aşk öyküsünü perdeye getiren filmi ve perde arkasını Orhan Tekeoğlu’yla konuştuk.
Filmin senaryosunu gerçek bir yaşam hikâyesi üzerine kurmuşsunuz. Nasıl tanıştınız bu öyküyle?
- İfakat belgeselinin çekimleri sırasında başladı her şey. Uçurumun kenarındaki bir kadına merhaba demem, hayata bakışımı değiştirdi. Uçurumun kenarında yürüyordu, sanki uçuruma atlayacak bir hali vardı. Bir taşın üstünde oturduk ve bana yaşam öyküsünü anlattı. O kadın, filmdeki ‘Ayşe’ karakteriydi. Onun da adı Ayşe. “Birebir ismini kullanacağım” dedim, “Kimseden korkum yok” dedi. Çok cesur ve onurlu bir kadındı. Anlattığı hikâye beni çok sarsmıştı. Bir türlü etkisinden kurtulamıyordum. Filmini çekmeye karar verdim.
2010’da çektiğiniz ‘İfakat’ belgeseli, Doğu Karadeniz kadınlarının doğaya karşı verdikleri mücadeleyi anlatıyordu. ‘Öyle Sevdim ki Seni’nin de çıkış noktası aynı. İki yapım arasındaki bu bağlantı sizin de bir Karadenizli olmanızdan kaynaklanıyor sanırım?
- ‘İfakat’ ile ‘Öyle Sevdim ki Seni’ arasında en büyük benzerlik kadın odaklı olması. Annem de Karadeniz kadınıydı. Onun yaşamı da beni derinden etkiledi. Her iki film de ailemden esintiler taşıyor. Çocukluğumdan kalan anılarım bende derinden izler bıraktı. Her iki filmin mimarı da aslında benim eşim; Nurdan Tümbek Tekeoğlu. Ben hayalini kurarım, o gerçekleştirir. O da Karadenizli olmamasına rağmen, yöre kadınının zorlu yaşam mücadelesini biliyor. Bir kadın olarak konuya çok duyarlı davrandı.
Nasıl bir ailede büyüdünüz? Çocukluğunuzdan aklınızda neler kaldı?
- Kalabalık bir ailede çok mutlu bir çocukluğum oldu. Çocukluğum Trabzon’un şirin ilçesi Çaykara’da geçti. Alpler gibi de diyebiliriz. Çok güzel bir doğa. Her yer yemyeşil. Tıpkı ‘Heidi’ çizgi filminde olduğu gibi. Ben de ‘Peter’ gibiydim. Yüksek kayalara çıkıp rüzgârın sesini dinlerdim. Müthiş zevk veriyordu. Yüksek ağaçlarda salıncağa biner, kendimi bulutların içinde bulurdum. Adrenali severdim. Hayatımın en mutlu dönemi çocukluğumdu. Her Trabzon’a gidişimde tekrar çocukluğuma dönerim.
Cemal, dürüst ve karısına sadık bir adam aslında. Fakat gönül ferman dinlemeyince Olga’ya kapılıveriyor. Bir yandan da geride karısı Ayşe ve kızı var... Siz yönetmen olarak, hem Olga hem de Cemal’in cefakâr karısı Ayşe’nin arkasında duruyor, bir yandan da Cemal’i de sahiplenmeyi ihmal etmiyorsunuz. Neden bu yaklaşım?
- Ben tabii ki Ayşe’nin yanındayım. Ama Cemal, içine düştüğü kuyudan da çıkamıyor bir türlü. Bir yandan kızıyoruz, bir yandan üzülüyoruz. Onu evladı gibi seven Arif Usta bile bu durum karşısında ona karşı tavır alabiliyor. Arif Usta, aslında toplumun vicdanı. Vicdan, rahatsız olmaya başlayınca sinyalini veriyor. Bazen insan hayatta bir rüzgâra kapılıyor, bir yere çarpana kadar o rüzgârın önünden gidiyor. Cemal’in hayatı da bir anlamda böyle.
Oktay Gürsoy
Hiç aldatmadı
Senaryoyu okuyunca Amasra’ya gittim. Karadeniz havasını solumak için. Halkı gözlemledim, dağlara çıktım, senaryoyu alıp hummalı bir çalışma içerisine girdim. Daha sonra Orhan Ağabey (Tekeoğlu) ile birlikte, çekimlerden 10 gün önce Trabzon’a gittik. İnsanları gözlemledim. Köy ve yaylalara çıktık. İnsanlarla sohbet edip, ses kaydı, notlar aldım. Filmde şunu göstermeye çalıştık: Hayatta herkesin başına ummadık bir olay gelebilir. Mesela sakat kalabilir, kaza yapabilir, âşık olabilir. Cemal de en nihayetinde bir insan. O da bir kaza geçiriyor ama duruşundan hiç taviz vermiyor. Cemal’in başına ne geldiyse iyi niyetinden ve hümanist olmasından. Verdiği sözü, sonunda ne olacağını umursamadan sonuna kadar yerine getirmeye çalışıyor. Çoğu zaman Cemal’in yerine kendimi koyuyorum, acaba benim başıma gelse ne yapardım diye. Ama bu sorunun cevabı ne yazık ki yaşanmadan verilemiyor. İki kadın arasında kalan, içinde müthiş bir çatışma yaşayan ‘Deli Cemal’in yaptığı için herkes başka bir şey düşünebilir. Ama bana göre Cemal karısını aldatmadı!