Güncelleme Tarihi:
Türküler söylediği üçüncü albümü geçen hafta çıktı. Ama durun; bu son zamanlarda aşina olduğumuz türkü albümlerinden çok farklı. O, Aboneyim Abone'ler patladığında da; arabeskten fantaziye, oradan devrimci-arabesk-türkücüler çağına, sonra yanık bağırtılı Urfa sanatçılarının başrolü oynadığı Televolelere geçtiğimizde de; rock türküler ortalığı sardığında da türkü söylüyordu! Yılda ortalama 200 gece ve gece başına yüz küsür türkü olmak üzere... Yüzün üzerinde bestesi var, yorumladığı türkü sayısı ise binlerle ifade ediliyor.
Bu çıkan Soner Olgun'un üçüncü albümü; adı İyi Bayramlar. İlki 1992'de çıkan Letafet'ti, ikincisi ise 1994 tarihli Herşey Değişmeli. Ama ona besteci ve yorumcu demekle iş bitmiyor. Gerisi şöyle geliyor: Hukukçu, gazeteci, oyun ve mizah yazarı, besteci, yorumcu, müzik editörü, şov yapımcısı, şair, iletişim danışmanı... Fethiye doğumlu. ‘‘Yeterince’’ yaşlı. İzmir Maarif Koleji'nden sonra Ankara Hukuk'a girmiş ama İzmir Güzel Sanatlar Fakültesi Dramaturji Bölümü'nü bitirmiş. Tiyatroya tragedya, Zeki-Metin'e skeç yazmış. Bu arada Ankara'da hukuk okurken İzmir'de gazeteciliğe başlayıp kültür-sanat, dışişleri, politika muhabirliği yapmış. Milliyet'in çocuk eklerini çıkarmış. İstanbul dergilerine yazılar yazmış. 1984'te İstanbul'a gelmiş ve Karacan Yayınları'nda yayın yönetmeni olmuş. Türkiye'de Playboy'u ilk çıkaran ekipte. Sonra yayın grubundaki dergilerin sorumlusu olmuş. Cönk Genç İnsan ve Boom Müzik dergilerini çıkarmış.
Bu arada müzikle ilişkisi hep var; sadece beste yapmak, kendi kendine çalıp söylemek şeklinde. Haa bir de şiir yazmış, yazıyor, hep yazacak. Altı tane çocuk oyununa müzik yazmış, çocuk oyunları yazıp sahneye koymuş ve bir de çocuk şarkıları albümü çıkarmış. Nükhet Duru'nun Aç Gözünü Adamım adlı albümünün müzik editörlüğünü yapmış, Mahmure'nin de içinde olduğu altı bestesi yeralmış bu albümde. Sonra yine Duru ile birlikte bir şirket kurup kimisi kapalı gişe oynayan şovların hazırlanmasına katılmış.
Nükhet Duru'dan ayrıldıktan sonra Rânâ Denizer ile birlikte Gösteri Sanatları şirketini kurup, iletişim danışmanlığı yapmaya başlayan Soner Olgun, ‘‘Alayım bağlamayı, kendim çalıp söyleyeyim’’ dediğinde 30 yaşındadır artık. Bir-iki barda türkülerini söyler. Müzik eğitimi resmi olarak yoktur ama kendi kendini eğitmiştir, nota filan bilir yani... Bu arada İstanbul Arnavutköy'deki Cabaret Cine adlı barın müdavimidir. Sahnede türküler söylendikçe, o da ‘‘bası içeren, tenor özellikleri taşıyan bariton sesiyle’’ onlara eşlik etmekte ve çok ilgi çekmektedir. Sonunda barın patronları, ‘‘Gelip söylüyorsun, bir de hesap ödüyorsun, çık sahneye biz sana para verelim’’ deyince oraya transfer olur. O gün bugündür de hiç işsiz kalmaz.
İki sezondur Ortaköy'deki Patika Bar'ı ağzına kadar dolduruyor. Cuma ve cumartesi geceleri, saat 01.00'de başladığı programını bazen sabahın 07.00'sine kadar sürdürüyor. Üstelik, onca türküyü bir elinde konyak, diğer elinde sigara varken, bağlamasıyla doğaçlamalar yaparak söyleyebilecek kadar ukala! Çalıp söylerken herkesten çok kendi eğleniyor ve duygulanıyor.
Son albümünde bir şiirini, dört bestesini ve çeşitli yörelerden yedi türküyü kendine has yorumuyla sunuyor Soner Olgun; ama dinlemek zorunda bırakıldığımız son örneklere inat türküleri türkü gibi söylüyor. Albümde de başrolde olan bağlamaya asma ve koltuk davulu, bendir, tef, bongo, cura, elektrik ve akustik gitar, konga, flüt, saksofon, trompet, hollo, viola, çello ve tabla eşlik ediyor. Bir de İstanbul Oda Korosu. Bu albümü dinleyince insan türküleri yeniden ve gerçek anlamıyla keşfedebildiği için mutlu oluyor. Bugün yaşanmakta olan furyaya kafa tutan bu ilginç adamla ‘‘türkü’’leri konuştuk.
Önce arabesk patladı, acılaştı, fantazileşti, şekil değiştirdi. Sonra pop çatladı, şimdi türküler... Bundan sonra ne tüketeceğiz?
- Türkiye'nin sosyoekonomik yapısı değişmedikçe, geçmişten beri arabesk diye tanımladığımız tür, yarın yine en büyük olmaya aday. Biçim değiştirir, acılı fantazi olur, sokağın fantazisi olur, özgün müzik gibi asılsız birşey bulunur... Buna da kimsenin kızma hakkı yoktur.
Bırakın böyle olsun, içinden iyi birşey çıkacak diyorlar, yıllardır bekliyoruz ama. Siz buna inanıyor musunuz?
- Evet. Yakında tüketim noktası tıkanacak. İyi birşey çıkacak. Buna inanmak için çok pratik nedenlerim var. Artık bas gitarcısından piyanistine bir sürü arkadaşımız sahnelerde Türk halk ve sanat müziği çalarak zenginleştiler. Hepimiz bunları ve bunlarla beslenmeyi öğrendik. Bunun zenginliği yarınki üretime müthiş yansıyacaktır.
Bin yıldır olan türküler nasıl oldu da 1998'de patladı?
- Pop müzik tıkandı. Arayışlar başladı. Anadolu rock bir şans buldu kendine. Haluk Levent'in belli bir tiraj başarısına ulaşmasıyla ilgi çeker hale geldi. Türküler satmaya başladı. Herşey poplaştığı gibi onlar da poplaştı, light'laştı. Zengin bir kaynak, bir kanal yakalandı, moda oldu, şimdi bu tüketiliyor.
CAZA KAPIMIZ AÇIK
Peki sizin bu son kasette yaptığınız tam olarak ne? Sahnede de bağlama çalıp söylüyorsunuz ama arkanızda bir jazzband görüyorum ben?
- Benim yaptığım rock formunda türkü. Bestelerimin tamamı bağlamayla bestelenmiş türkülerdir. İnandığım üç müzik türü var; halk müziği, klasik ve rock. Halk müziği kökendir, klasik müzik üst bir estetiktir, rock ise günümüzün duygularını ifade etmekte kullanılabilecek bir yaşayan müziktir. Ben bunların sentezi peşindeyim. Arkamdaki orkestraya gelince, yıllardır mangalda kül bırakmadık ya, ulusallıktan evrenselliğe diye. Biz de bunu yapmaya çalışıyoruz sahnede. Rock'a, caza, blues'a kapılarımız açık.
Yanlış mı anladım, bana rock'ı çağrıştıran bestelerinize türkü mü diyorsunuz?
- Türküdür tabii. Geleneksel türkü formuna uymadığının farkındayım. Ama iddia ediyorum ben türkü yapıyorum. Her türlü numarayı yapmış gibi gözüküyor olabilirim ama tek bir türküyle oynamadım. Türküye sosyolojik bir anlam yüklüyorum. Türkünün müzikal bir açıklaması yoktur, diyorum.
TÜRKÜ FORM DEĞİŞTİRMELİ
Türkülerimizle blues arasında bir bağlantı da kurmuştunuz galiba.
- Blues nasıl köken itibarıyla Amerikan köylü müziğiyse, türkü de Türkiye için öyledir. O hüzün, coşku, gırtlak nağmeleri bizdeki türküye tekabül eder. Sosyolojik bir açıklama bu tabii. Amerika'nın blues'unu sevip de Türkiye'nin türkülerini sevmemenin dangalak bir durum olduğunu söylemek için geçmişte kullandığımız bir ifade. Ben Türkiye'de türkünün değişen toplumsal yapıya paralel olarak form değiştirmesi gerektiğine inanıyorum.
ÊŞu günlerde yapılan bu mu?
- Bunu söylerken bilinen anonimleşmiş türkülerin canına okumayı kastetmiyorum tabii. İşin özüne sahip çıkın diye bağırıp çağıran sevgili büyüklerimizin bunları nasıl bozduğunu merak ederlerse kendilerine gösterebilirim. Bugünlerde dinlediğimiz çoğu örnek, bütün ara seslerin yok edildiği, davul makinesiyle, son derece kötü bas yürüyüşleriyle, 1960'ların aranjmanlarıyla yapılmış şeyler. Mal meydanda. Bağlamayı ara çalgı olarak kullandılar. Oysa bağlama solist enstrümandır. Eğer bu türküyse, türkünün özünü korumaksa, bundan daha büyük ihanet olamaz. Ama yine de herkes istediğini yapabilmeli.
Nasıl yani? Mesela Atilla Taş çıktı, Ham Çökelek'i yaptı, özünü bozdu diye linç edilecekti az daha, iyi mi oldu?
- Burada tartışma noktası müzikal olmamalı, sosyolojik olmalı. O türküde bir efeye adanmış bir duygu var, o bölgenin bir toplumsal değeri, o değerin alaşağı edilmesi tartışılmalı. Türkünün bozulması hiç önemli değil. Çünkü türküler kutsal değildir.
O zaman siz doğrusunu yapmak konusunda neden hassasiyet gösteriyorsunuz?
- Ben bundan yanayım. Ama korunmadığında vay sen niye bozdun denmemeli. Çünkü biz popüler ve ticari bir iş yapıyoruz. Otantik formun korunması popüler tüketim endüstrisinin değil, müzik enstitülerinin işidir. Müzik piyasasının genel sisteminin tartışılması gerekiyor. Bu sistem değişmedikçe Atilla Taş'ı tartışmanın bir manası yok.
Türkülerle neden çok yakın olamadık bugüne kadar?
- Türküyü nasıl tanıdık? TRT vardı, 20 tane adamı dizerlerdi, onlar da çalarlardı. Çok manasız bir icra tarzı. Hala da var. En çok özünü bozmayalım diyenler onlardır, özünü en çok bozan da budur. Türkiye'nin hiçbir yerinde üç ozan biraraya gelip çalmaz, bir biri çalar, bir öbürü.
Bir de türküye sahip çıkar gibi görünenler neden hep solcular?
- Evet, milliyetçi olanların türkülere daha çok sahip çıkması gerekir gibi gözüküyor ama nedense bağlamayı ve türküleri bir solcu işi gibi görmek gibi bir garipliği var Türkiye'nin. Sert türküler, devrimci türküler söyleyelim meselesi beni pek ilgilendirmiyor. Ben bir tek şeyin peşindeyim, söylenecek söz iyi olsun, çalınma biçimi iyi olsun. Kötü kötü keman sound'ları ve varoşların duygularıyla kendilerine tiraj yapmaya çalışan insanların hiçbir şarkısı benim repertuvarımda yok.
ÊŞu gıcık soruyu da sorayım: Bu albümü türküler satıyor diye mi şimdi çıkardınız? Şaka bir yana, kötü örneklere bir tepki olsun diye mi?
- Hiçbir şekilde türküler çıktı diye yapmadım, böyle bir derdim olsaydı, 10-12 tane çok tutabilecek türkü koyardım. Oysa bu albümde çok tutabilecek türkü yerine mesela aryatik türkü söyledim. Türkünün geleneğine kafa tutan bir tavır var bu albümde. Aman Avcı diye herkesin bildiği bir türkü vardır mesela. Bu bir ağıttır ama çok oynak çalınır söylenir, oyun havası haline gelmiştir nedense. Oyun havasına hiç karşı değilim ama bu ağıt olarak yorumlanması gereken bir türkü. Öyle yaptık. Doğaçlama ağıt halinde söyledik, yedi dakikadır, bütün normların dışında. Ticari birşey yok, meraklısı dinlesin.
Sahnede yolculuk var
Sahneye çıkarken, o gece neler söyleyeceğine karar vermiyor Soner Olgun. Repertuvar, ‘‘nereye gidelim?’’ sorusunun sorulduğu izleyiciyle birlikte kararlaştırılıyor. Kars'tan başlıyor, Karadeniz sahillerinde dolaşıyor, İç Karadeniz'den Orta Anadolu'ya geçiyor, Kırşehir'de Neşet Ertaş'ın kulaklarını çınlatıyor, Güneydoğu'ya gidip halaylar çekiyor, ‘‘Aman atlamayalım, Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri bozulmasın’’ diyerek Trakya dolaylarına gidiyor, ‘‘Misak-ı Milli bakidir ama kültürümüzde var’’ düşüncesiyle Drama'ya, Kosova'ya uzanıyor. Hazır oralara gitmişken, Dalmaçya'da bir korsan gemisine binip İtalya kıyılarına iniyor, napoliten turu atıyor. ‘‘Şimdi buradan geri dönülmez’’ deyip denizaşırı yapıyor, Güney Amerika'da Bob Marley'in kulaklarını çınlatıyor. Uçağa atlayıp Ege'ye dönüyor. Oradan rebetikoya, sirtakiye atlıyor, sirtaki hicaza tekabül ediyorsa, hicaz makamından güzel bir şarkı geliyor, kaçırmıyor. Söylediği Yunus Emre ilahisi segah makamındaysa birkaç segah şarkı okumadan olmuyor. Bazen, bizzat onun canı dansetmek istiyor; o zaman da gelsin valsler, tangolar... Araya çocuk şarkıları da giriyor bu arada... Yolculuğun nerede biteceği ise belli değil. Zaten onu dinleyen bu yolculuk hali bitmesin istiyor.