Emel ARMUTÇU
Oluşturulma Tarihi: Mayıs 13, 2007 00:00
20 yıl önce, hepi topu bin kadın, İstanbul Kadıköy’deki Yoğurtçu Parkı’nda toplandı.
O güne dek kimsenin duymadığı, duymak istemediği, hatta, aile içinde gizli kalması gerektiğini öğrendiği şeyler söylüyorlardı: Koca dayağını lanetliyor, dayağın çıktığı cenneti istemiyor, "Dayak aileden çıkmadır, cennetten filan değil" diyorlardı. Bu ufak miting, bir anlamda Türkiye’de feminist hareketin miladı. Arkası çorap söküğü gibi geldi. O zamanlar bu kadınların savunduğu ve herkesin tuhaf tuhaf bakıp dudak büktüğü kadın haklarına dair sözler, giderek toplumsal dili, işleyişi, yasaları, uygulamaları, politikaları, her şeyi inanılmaz bir hızla değiştirdi. En çok da kadınları ve evlerin içini. Bugün, Yoğurtçu Parkı mitinginin 20. yıldönümü. 20 yıl önce "Bağır herkes duysun" diyen kadınlar yine orada olacak, geçmişi yadedecekler. Haftaya da Maçka Parkı’nda şenlik var. Çünkü bağırdılar, herkes, -erkekler bile- duydu!
1981 ile 1984 arasında, İstanbul Cağaloğlu’nda Yazko bünyesinde küçük bir grup kadının tartıştığı, öğrendiği, o zamanlar yayınlanan Somut gazetesinin bir sayfasında dile getirdiği bir şeydi feminizm. Birkaç yıl sonra (1983) o kadınların kurduğu Kadın Çevresi şirketi, dünyadan feminist yazarların kitaplarını Türkçe’ye kazandırdı, Türkiye’deki kadınlar, bu kitapları okuyarak hayatlarını başka bir gözle görmeye başladı. 1986’da BM’nin Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’nin Türkiye tarafından imzalanması için kampanya başlatıldı.
Ancak asıl, 1987’de Çankırı’da bir kadın, dayak yediği kocasından boşanmak için hakimin karşısına çıktığında, bütün hayat değişti. Hakim Mustafa Durmuş kadının talebini reddederken tutanağa şu tarihi cümleyi yazdıracaktı: "Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmemek gerekir!" Her şey bu cümleyle alevlendi. Bir kısım kadın ayaklandı: Protesto telgrafları, açıklamalar, kınamalardan sonra 17 Mayıs’ta İstanbul Kadıköy’deki Yoğurtçu Parkı’nda bir miting yaptılar. Türkiye’de kadın hareketinin ilk kitlesel eylemiydi bu.
MOR DÜDÜK ÇALDILAR
Sonra arkası geldi. O zamanlar, "Bu çirkin, sivilceli, hiçbir erkek yüzlerine bakmadığı için kendilerini sokağa atmış kadınlar da ne diyor, ha ha ha" diye gülenler, kısa süre sonra hepsi birbirinden güzel yüzlerce kadının üniversitelerde, derneklerde, işyerlerinde ve evlerinde hayatı dönüştürmesine, kadına yönelik ayrımcı yasaların, uygulamaların bir bir değişmesine, giderek iktidardaki politikacı erkeklerin bile onların söylemiyle konuşmasına tanıklık etti.
Mesela 1989-1990’da vapurlarda, otobüslerde, sokaklarda, "cinsel tacize karşı" mor iğnelerin dağıtıldığı, "Bedenimiz Bizimdir" kampanyasını düzenlediler. Erkek mekanı olan birahaneleri, kahveleri "bastılar", "Biz de buralara girebiliriz. Niye karınızı, nişanlınızı, sevgilinizi getirmiyorsunuz?" diye sordular. "Eğer aile kadının bunca ezildiği bir kurumsa, ben istemiyorum" diyerek toplu halde boşanma davası açtılar. "Geceleri de sokakları da istiyoruz" yürüyüşleri yaptılar. O zamanlar Devlet Bakanı olan Cemil Çiçek, "Flört fahişeliktir" gibi acayip bir laf ettiğinde, "Bu lafa ancak düdük çalınır" diyerek düdük çalma eylemi gerçekleştirdiler.
Bütün bu eylemler giderek daha çok ses getirdi. Yasalar, işyerlerindeki uygulamalar, sokaklardaki davranışlar bir bir değişmeye başladı. Mesela önce, tecavüz edilen kadın fahişeyse cezayı indiren yasa maddesi yok oldu. Ardından kadının çalışmasını kocasının iznine bağlayan yasa maddesi. Sonra koskoca Medeni Yasa’nın çoğu maddesi ve Türk Ceza Yasası’nın çok önemli maddeleri...
Yoğurtçu’daki ilk yürüşle başlayan Dayağa Karşı Kampanya’nın sonucu, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın kurulması oldu (1990). Türkiye, Mor Çatı’yla evdeki şiddetin vahametini, şiddet gören kadınlara hukuki, psikolojik destek vermenin ve sığınma evlerinin önemini kavradı. Kadın Eserleri Kütüphanesi kuruldu ve Osmanlı’dan bugüne, saklanmış kadın eserleri ortaya çıkarıldı. Başta İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi olmak üzere birçok üniversitede kadın araştırma merkezleri kuruldu, tez üzerine tez yazıldı, kampanya üzerine kampanya düzenlendi.
Başlangıçta çoğunluğunu akademisyenler, meslek sahibi kadınlar, gazeteciler ve öğrencilerin oluşturduğu 1980 sonrası feminist hareket giderek büyüdü, Türkiye çapında, kimi töre cinayetinden kadınları kurtaran, kimi meclise daha çok kadın girmesi için uğraşan yüzlerce örgütle zenginleşti. Türkiye’de sivil toplumun gücü kadın örgütleriyle daha da gürleşti. Kadınlar en zor değişecek şeyi, sol örgüt ve partilerin dilini, yaklaşımını bile değiştirdi. Medyanın duyarlılığını artırdı.
Artık kadınlar daha çok sokakta, yönetici koltuğunda, hep erkeklere yakıştırılan işlerdeydi. Uluslararası savaş politikalarından "namus" cinayetlerine, çevrenin korunmasından Ceza Yasası’nın değiştirilmesine her konuda söz söylüyorlardı. Erkek artık "ailenin reisi" değildi. Bundan başlayarak Türk hukuku öyle bir yol kat etti ki, bir adamın karısına tecavüz etmesini normal karşılayıp cezalandırmaya gerek görmezken, "evlilik içi tecavüz"ü bir suç olarak tanıdı; küçücük kızların kendilerine tecavüz edenlerle evlendirilmesini yasakladı; "töremiz böyle" diye en sudan sebeplerle küçücük kadınların öldürülmesi vahşetine hoşgörüyle bakmaktan vazgeçmek zorunda kaldı.
20 yıl önce hiçbiri akıllardan bile geçmezdi. Eğer bazı kadınlar erkek şiddetine hayır diye yollara düşmeseler, mor iğneleriyle ortalığa dökülmeseler, bakana düdük çalmasalardı, geçmeyecekti de. Bütün bunların sadece mağdur olan kadınların sorunu olduğu sanılacak, devletin, etkili, yetkili ve sorumlu tüm kurumların, kendini toplumsal hayata dahil hisseden kadın-erkek herkesin ilgilenmesi ve değiştirmesi gereken durumlar olduğu anlaşılmayacaktı. Türkiye’nin Başbakanı bile televizyonlarda "aile içi şiddete son" demeyecek, İstanbul Valisi "medya cinsiyetçi dilini değiştirmeli" konuşmaları yapmayacaktı. Bütün medeni devletler, feminizmin yıllardır söylediklerini anayasalarına, yasalarına geçirir, toplumsal hayatlarını buna göre düzenlerken, Türkiye onları takip etmeyecekti.
Onlar şimdi, "Öyle bir bağırdık ki, erkekler bile duydu" diyorlar. Ancak, yasaların değişmesiyle, genelgelerin çıkmasıyla, erkek ve kadınlara yönelik eğitim kampanyalarıyla yetinmeyeceklerini de ekliyorlar. "Şiddetin kökeninde yatan patriyarka ve erkeklerin bundan sağladıkları maddi çıkarları ortadan kaldırana dek mücadelemize devam edeceğiz" diyorlar. Yaparlar valla, yaptıkları yapacaklarının teminatı.
Kadın örgütleri, 20 yıl sonra yeniden Yoğurtçu’ya çağırıyor kadınları. Saat 13.00’te bir basın açıklaması yapacaklar. Ankaralı feministler de Yüksel Caddesi’nde saat 11.00’de toplanacak.
Tam 20 yıl önce. Anne ya da değil, dayak yemiş ya da (henüz) yememiş tüm kadınların ezilmesine karşı Anneler Günü’nde biraraya gelmek istemişler, 12 Eylül sürecinden henüz çıkılmadığı için izin alamamışlardı. Bir hafta sonra yapabildiler. 17 Mayıs 1987, hem kadınların dayağa karşı ilk mitingi hem de 12 Eylül sonrasının ilk yasal gösterisi oldu.
Geçmişte kadınları "iffetli" ve "iffetsiz" diye ayıran yaklaşıma karşı "İffetli Kadın Vesikası" çıkaran feministler, bugün de namus bahane edilerek işlenen cinayetlere böyle karşı çıkıyor.
1989’da Türkiye’nin cezaevlerindeki ölüm oruçları nedeniyle insanlar ölünce, "biz şiddetin her türlüsüne karşıyız" diye siyahlar giyerek yürüdüler. Bu eylem nedeniyle 11 "siyahlı kadın" tutuklandı ve Türkiye’nin tutuklanan ilk feministleri oldular.
Türkiye’nin ilk Kadın Kurultayı, geniş bir katılımla İstanbul’da düzenlendi. "Kadınlar vardır/Her yerde" marşı da o günlerde söylenmeye başlandı.
Türkiye’de kadın hareketi oluşmasına neden olan hakim Mustafa Durmuş acaba yaşıyor ve kadınlara nasıl bir iyilik yaptığını fark ediyor mudur?
1981 ile 1984 arasında, İstanbul Cağaloğlu’nda Yazko bünyesinde küçük bir grup kadının tartıştığı, öğrendiği, o zamanlar yayınlanan Somut gazetesinin bir sayfasında dile getirdiği bir şeydi feminizm. Birkaç yıl sonra (1983) o kadınların kurduğu Kadın Çevresi şirketi, dünyadan feminist yazarların kitaplarını Türkçe’ye kazandırdı, Türkiye’deki kadınlar, bu kitapları okuyarak hayatlarını başka bir gözle görmeye başladı. 1986’da BM’nin Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’nin Türkiye tarafından imzalanması için kampanya başlatıldı.
Ancak asıl, 1987’de Çankırı’da bir kadın, dayak yediği kocasından boşanmak için hakimin karşısına çıktığında, bütün hayat değişti. Hakim Mustafa Durmuş kadının talebini reddederken tutanağa şu tarihi cümleyi yazdıracaktı: "Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmemek gerekir!" Her şey bu cümleyle alevlendi. Bir kısım kadın ayaklandı: Protesto telgrafları, açıklamalar, kınamalardan sonra 17 Mayıs’ta İstanbul Kadıköy’deki Yoğurtçu Parkı’nda bir miting yaptılar. Türkiye’de kadın hareketinin ilk kitlesel eylemiydi bu.
MOR DÜDÜK ÇALDILAR
Sonra arkası geldi. O zamanlar, "Bu çirkin, sivilceli, hiçbir erkek yüzlerine bakmadığı için kendilerini sokağa atmış kadınlar da ne diyor, ha ha ha" diye gülenler, kısa süre sonra hepsi birbirinden güzel yüzlerce kadının üniversitelerde, derneklerde, işyerlerinde ve evlerinde hayatı dönüştürmesine, kadına yönelik ayrımcı yasaların, uygulamaların bir bir değişmesine, giderek iktidardaki politikacı erkeklerin bile onların söylemiyle konuşmasına tanıklık etti.
Mesela 1989-1990’da vapurlarda, otobüslerde, sokaklarda, "cinsel tacize karşı" mor iğnelerin dağıtıldığı, "Bedenimiz Bizimdir" kampanyasını düzenlediler. Erkek mekanı olan birahaneleri, kahveleri "bastılar", "Biz de buralara girebiliriz. Niye karınızı, nişanlınızı, sevgilinizi getirmiyorsunuz?" diye sordular. "Eğer aile kadının bunca ezildiği bir kurumsa, ben istemiyorum" diyerek toplu halde boşanma davası açtılar. "Geceleri de sokakları da istiyoruz" yürüyüşleri yaptılar. O zamanlar Devlet Bakanı olan Cemil Çiçek, "Flört fahişeliktir" gibi acayip bir laf ettiğinde, "Bu lafa ancak düdük çalınır" diyerek düdük çalma eylemi gerçekleştirdiler.
Bütün bu eylemler giderek daha çok ses getirdi. Yasalar, işyerlerindeki uygulamalar, sokaklardaki davranışlar bir bir değişmeye başladı. Mesela önce, tecavüz edilen kadın fahişeyse cezayı indiren yasa maddesi yok oldu. Ardından kadının çalışmasını kocasının iznine bağlayan yasa maddesi. Sonra koskoca Medeni Yasa’nın çoğu maddesi ve Türk Ceza Yasası’nın çok önemli maddeleri...
Yoğurtçu’daki ilk yürüşle başlayan Dayağa Karşı Kampanya’nın sonucu, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın kurulması oldu (1990). Türkiye, Mor Çatı’yla evdeki şiddetin vahametini, şiddet gören kadınlara hukuki, psikolojik destek vermenin ve sığınma evlerinin önemini kavradı. Kadın Eserleri Kütüphanesi kuruldu ve Osmanlı’dan bugüne, saklanmış kadın eserleri ortaya çıkarıldı. Başta İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi olmak üzere birçok üniversitede kadın araştırma merkezleri kuruldu, tez üzerine tez yazıldı, kampanya üzerine kampanya düzenlendi.
Başlangıçta çoğunluğunu akademisyenler, meslek sahibi kadınlar, gazeteciler ve öğrencilerin oluşturduğu 1980 sonrası feminist hareket giderek büyüdü, Türkiye çapında, kimi töre cinayetinden kadınları kurtaran, kimi meclise daha çok kadın girmesi için uğraşan yüzlerce örgütle zenginleşti. Türkiye’de sivil toplumun gücü kadın örgütleriyle daha da gürleşti. Kadınlar en zor değişecek şeyi, sol örgüt ve partilerin dilini, yaklaşımını bile değiştirdi. Medyanın duyarlılığını artırdı.
Artık kadınlar daha çok sokakta, yönetici koltuğunda, hep erkeklere yakıştırılan işlerdeydi. Uluslararası savaş politikalarından "namus" cinayetlerine, çevrenin korunmasından Ceza Yasası’nın değiştirilmesine her konuda söz söylüyorlardı. Erkek artık "ailenin reisi" değildi. Bundan başlayarak Türk hukuku öyle bir yol kat etti ki, bir adamın karısına tecavüz etmesini normal karşılayıp cezalandırmaya gerek görmezken, "evlilik içi tecavüz"ü bir suç olarak tanıdı; küçücük kızların kendilerine tecavüz edenlerle evlendirilmesini yasakladı; "töremiz böyle" diye en sudan sebeplerle küçücük kadınların öldürülmesi vahşetine hoşgörüyle bakmaktan vazgeçmek zorunda kaldı.
20 yıl önce hiçbiri akıllardan bile geçmezdi. Eğer bazı kadınlar erkek şiddetine hayır diye yollara düşmeseler, mor iğneleriyle ortalığa dökülmeseler, bakana düdük çalmasalardı, geçmeyecekti de. Bütün bunların sadece mağdur olan kadınların sorunu olduğu sanılacak, devletin, etkili, yetkili ve sorumlu tüm kurumların, kendini toplumsal hayata dahil hisseden kadın-erkek herkesin ilgilenmesi ve değiştirmesi gereken durumlar olduğu anlaşılmayacaktı. Türkiye’nin Başbakanı bile televizyonlarda "aile içi şiddete son" demeyecek, İstanbul Valisi "medya cinsiyetçi dilini değiştirmeli" konuşmaları yapmayacaktı. Bütün medeni devletler, feminizmin yıllardır söylediklerini anayasalarına, yasalarına geçirir, toplumsal hayatlarını buna göre düzenlerken, Türkiye onları takip etmeyecekti.
Onlar şimdi, "Öyle bir bağırdık ki, erkekler bile duydu" diyorlar. Ancak, yasaların değişmesiyle, genelgelerin çıkmasıyla, erkek ve kadınlara yönelik eğitim kampanyalarıyla yetinmeyeceklerini de ekliyorlar. "Şiddetin kökeninde yatan patriyarka ve erkeklerin bundan sağladıkları maddi çıkarları ortadan kaldırana dek mücadelemize devam edeceğiz" diyorlar. Yaparlar valla, yaptıkları yapacaklarının teminatı.