1974’te çıkarılan genel afla salıverildi. 12 Eylül 1980 sonrasında yurtdışına çıktı. 2002’de vatandaşlıktan atılana kadar
haymatlos (vatansız) olarak yaşadı. Bir yıl önce Alman vatandaşı oldu. Bilgisayar ve telekomünikasyon uzmanı olarak çalışıyor. Dört çocuğu var. Tam 24 yıl sonra artık yaşlanan annesi Necdet Hanım’ı, babası Fikret Bey’i kızkardeşlerini görmek, pek çok şeyin değiştiği, doğup büyüdüğü ülkesinde özgürce dolaşmak istiyordu. İki kez serbestçe geldi gitti. Ama sonra ne olduysa, tuhaf, anlaşılmaz ve keyfi bir şekilde bu yılın başında ülkesine girişi yasaklandı. Yasak kararını kaldırmak için sürdürdüğü tüm girişimler sonuçsuz kaldı. Aslında öyküsünü bizim aracılığımızla sizlerle paylaşmayı hiç istemedi. Bunu öneren gazetecilere -ki bunlardan biri de benim- hep hayır demesi, çözüm umudunu korumasındandı. Ama 3 Ekim’de, AB kapılarını Türkiye’ye açarken, Türkiye’nin kapılarını ona kapatması karşısında başka da bir seçeneği kalmamıştı.Yaşadıklarımı Aziz Nesin duysaydı Bay Düdük II’yi yazardı, diyor. Aziz Nesin, bu hikayesinde bütün işlerin düdük çalarak yürütülmesini ve her düdük sahibinin, her düdük çalanın kendisini kanun zannetmesini hicvetmişti. Asal’ın Türkiye’ye gelmesini engelleyen zihniyette de bir düdüklük yok mu sahiden? İşte kendi kaleminden yaşadıkları...
Bir dönemin rüzgarlarının sağa sola savurduğu insanlardan biriyim. Rahmetli Uğur Mumcu’nun güzel deyişiyle ‘Denizgiller’denim. 23 yıl Almanya’da sığınmacı olarak yaşadım. Kızım Almanya’ya ilk geldiğinde bebeklikten yeni çıkmıştı ve bu ülkenin mahkemece kabul edilmiş en genç ilticacısıydı. Üç oğlum bu ülkede doğdular, koca adamlar oldular. O günden bugüne savunduğum insani değerler ve ideallere hiçbir terbiyesizlik yapmadım. Tabii ki yaşlandım. Düşüncelerim yumuşadı, acemiliklerini ve yeniyetmeliklerini aştılar, olgunlaştılar. 20 senedir aktif politik bir faaliyetin içinde değilim. Çok uzun bir süreden beridir telekomünikasyon ve bilgisayar alanında bir uzman olarak günlük ekmek kavgası içindeyim. Kendi yağımla kavrulmaya çalışarak yaşayıp gidiyorum.
2002 senesinde ‘askerlik görevini yerine getirmeme’ gerekçesi ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığımın kaybettirildiğini tesadüfen öğrenebildim.
24 YIL SONRA İLK GELİŞİM
Zaman değişmiş, 12 Eylül göçmenlerinin çoğu Türkiye’ye dönmeye, gelip gitmeye başlamışlardı bile. Anam babam, kardeşlerim, dostlarım ‘Sen de gel artık’ diyorlardı. Çevreme baktım, Alman vatandaşlığına geçmeyen birkaç tarih öncesi dinozor kalmışız zaten. 2004 yılında Alman vatandaşı oldum. Türkiye’ye
haber saldım. Durumu bir araştırsınlar istedim.
Yakın dostlarım, danıştılar, uğraştılar. Bugünkü iktidarın genel eğilimine uygun olarak beklediğim ve umduğum haber ulaştı. ‘Hiçbir sorun yok’ dendi. Biletimi aldım ve aynı yılın ekiminde ver elini İstanbul...
Kızım yanımda. Heyecandan ikimiz de tırnaklarımızı yemekteyiz. Pasaportumu gümrük görevlisine verdim. Damgayı vurdu. Rahatladım. Gümrüğü geçtik. Böyle zamanlarda bir aptallık gelir oturur insanın üzerine. Uyuşmuş gibiyim. ‘Aman kızım bir sigara yakalım’ derken, arkamdan gümrük memurunun sesi: ‘Beyefendi geri gelin, bilgisayar baba adı soruyor!’
GİRİŞ DEĞİL ÇIKIŞ YASAĞI!
Tamam dedim, sorunlar başladı. Baba adımı söyledim. İçeriden bir başka memur çağrıldı. Beni aldı, Yabancılar Polisi’ne götürdü. ‘Beyefendi hakkınızda 1975 tarihinde konulmuş Türkiye’den çıkış yasağı var’ dediler. Bendeki rahatlamayı ne sorun, ne ben anlatayım. Kardeşim dedim, ben çıkmıyorum ki, giriyorum. Hele bir gireyim de, sonra isterseniz çıkarmazsınız...
Pasaportuma el konulacağı söylenirken, içerden benim yaşlarımda ve daha rütbeli olduğu anlaşılan bir memur gülerek geldi. ‘Şaşırdınız mı siz yahu!’ dedi. ‘Beyefendiye bakılınca Türk olduğu anlaşılıyor tabii, ama pasaportu Alman! Biz yabancı bir devletin pasaportuna nasıl el koyarız!’
Ne yapılabileceği konusunda bir tartışma başladı. Bir, birbuçuk saatlik tartışma ve istişare sonucunda sorun çözüldü. ‘İçişleri Bakanlığı’na bir dilekçe verin ve bu tahdidi sildirin abi, çıkışınızda bir sorun olmasın’ dediler. Görevli memur kimi yerini karalayıp, kimi yerine ekler yaparak matbu tutanağı duruma uygunlaştırdı ve elime tutuşturdu:
‘02.10.2004 günü limanımız yolu ile giriş yapmak için pasaport kontrolüne 521914927 Almanya gelen Mehmet Sadık Asal hakkında; Ankara İçişleri Bakanlığının 17.07.1975 gün ve 123233 sayılı Bakanlık tahdidi çıkış yasağı bulunduğundan, şahsın Alman pasaportu bulunduğundan el konulamamış olup işbu tutanak tanzimle imza altına alındı.’
15 GÜN SONRA SORUNSUZ DÖNDÜM
Tutanağımı katlayıp cebime yerleştirdim. Kendimizi binadan dışarı attık. Dışarıda İstanbul kollarını açmış bizi bekliyordu. Kızım sıkı sıkı sarıldı bana. ‘Baba, İstanbul’una hoşgeldin!‘ diye fısıldadı. Ertesi gün Ankara’da arkadaşlar ve hukukçular işe koyuldular. Avukata vekaletname gönderildi ve dilekçe verilip sorun çözüldü. 15 gün sonra hiçbir sorunla karşılaşmadan Almanya’ya döndüm. Yaklaşık bir ay sonra İstanbul’a ikinci gelişimde de hiçbir sorunla karşılaşmadım. Havaalanı bilgisayarı beni tanımıyor ve baba adı sormuyordu artık. Sevincim sonsuzdu.
Ayağım alışmıştı. İstanbul beni çağırıyordu. İstanbul’a yerleşmek, oturma ve çalışma izinimi halletmek ve bir iş bulmak planları yapmaya, aklımca projeler geliştirmeye giriştim. Sevincimin kursağımda kalacağını ve ‘17.07.1975 gün ve 123233 sayılı karar’ın bir kez daha ve bu kez surat değiştirip ‘Türkiye’ye giriş yasağı‘ olarak karşıma dikileceğini bilmiyordum.
ÜÇÜNCÜ GELİŞİMDE GERİSİN GERİ
Türkiye’ye üçüncü gelişimde büyük bir sürprizle karşılaştım. 16 Nisan 2005 günü saat 02.45’te Sabiha Gökçen Havalimanı’na indiğimde pasaport kontrolünde ülkeye giremeyeceğim söylendi ve geldiğim uçakla apar topar Almanya’ya geri gönderildim. Pasaportuma el konularak uçak personeline teslim edildi. Elime ‘Türkiye’ye girişi sakıncalı görülenler’ şıkkı işaretlenmiş resmi bir zabıt tutuşturuldu. Beni karşılamaya gelen arkadaşım havaalanı emniyet amirine ulaşmaya çabalarken dışarı çıkarıldı. Ben gümrük memurlarına bu işte bir yanlışlık olduğunu anlatmaya ve pasaportumdaki Türkiye’ye normal giriş-çıkış damgalarını göstermeye çalıştım. Memur ‘Beyefendi sorunu çözmeniz için belki bir sonraki uçağa kadar kalabilirdiniz, ama bu artık mümkün değil, çünkü tutanak tutuldu’ dedi. Aynı anda German Wings Havayolu şirketinin yer hostesi elinde tutanak ‘Beyefendi gelmezseniz sizi polis zoruyla götürürüz’ diye canhıraş feryatlar atıyordu. Alanda bir saatten fazladır bizim yüzümüzden bekleyen uçak artık motorlarını çalıştırmıştı. Kapıları kapanmıştı ve merdiven çekilmek üzereydi. Yer hostesi kapısını yumruklayarak açtırdı, beni uçağa bindirdi. Uçakta bana bakan sağlı sollu yüzlerce gözün arasından yürüyerek en arkada bir yere oturdum. Hostes şaşkın bir yüzle yanıma geldi ve elime bir kahve tutuşturdu...
Uçak kalktı. İstanbul gittikçe küçülüyor ve kayboluyordu. Uçak yolcularının yarısının beni, geç gelerek herkesi bekleten önemli bir devlet adamı, diğerlerinin de ‘terörist’ olduğumu sanıp homurdandıklarını, uçakta yanımda oturan genç bir insandan öğrendim. Ne olduğunu anlattığımda ‘Çok üzgünüm‘ dedi, ‘Türkiye adına sizden özür dilerim.’ Başıma gelenleri bir an için unutup, bu insan ve inceliği için sevindiğimi hatırlıyorum.
DOĞDUĞUM ÜLKEYİ ŞİKAYET Mİ EDEYİM
El konulan pasaportumu Köln Havaalanı polisi tuttuğu bir tutanakla bana geri verdi. Böyle bir durumla hiç karşılaşmamış olan memurlar kızgındılar. Dışişleri Bakanlığı’na başvurmamı, bakanlık yoluyla haklarımı aramamı öğütlediler. O an çok utandığımı ve acı acı gülümsediğimi hatırlıyorum. Doğduğum büyüdüğüm ülkeyi, pasaportunu taşıdığım Alman Dışişleri Bakanlığı’na ‘şikayet‘ etmek durumuna düşmek de mi vardı?
Uzun zamandır günü gününe takip ettiğim Türkiye’deki sevindirici gelişmelere ve İstanbul izlenimlerime o kadar inanmıştım ki; bu olayın havaalanındaki kötü bir yanlışlık olduğunu düşünmeye çalışmak bana daha iyi geliyordu. Ama gelişmeler maalesef bunun küçük bir yanlışlık olmadığını doğruladı.
DURUMUM TAM BİR MUAMMA
Durumumu, yakınlarım ve hukukçu arkadaşlarım da soruşturmaya başladılar. Görevlilerin verdiği cevaplar ne yazık ki bir karmaşayı gözler önüne seriyordu. Biri bir yanlışlık yapıldığını söylüyor, diğeri Genelkurmay’ın şubat ayında yayınladığı bir genelge sonrası askerlik nedeniyle bu kısıtlamanın konduğunu, ama Genelkurmay’a ve Askere Alma Dairesi’ne sorulduğunu, benim durumum buna uymadığı için düzeltileceğini söylüyor, bir diğeri ise telefona bile çıkmıyordu.
Sonuçta söylenen şu oldu: ‘Bu, olağan bir uygulamaydı! Her ne nedenle olursa olsun vatandaşlıktan çıkarılanlar Türkiye’ye ancak İçişleri Bakanlığı’nın izni ile girebilirlerdi. Benim hakkımda da bu sene 25.02.2005 gün ve 41198 sayılı İçişleri Bakanlığı kararıyla ‘giriş yasağı’ konmuştu. Bakanlık’tan izin alarak Türkiye’ye gelebilecektim. Merak edilecek bir durum yoktu!’
Ama nedense hiçbir yetkili bu ‘olağan uygulama’nın neden 6 ay sonra hatırlanabildiğini açıklamadı. 2004 senesinde Türkiye’ye nasıl olup da iki defa girdiğim de bir sır olarak kaldı. Ve ilk girişimde ‘Türkiye’den çıkış’ olan yasağın, nasıl olup da 6 ay sonra yine aynı sayı ve tarihli ‘Türkiye’ye giriş’ yasağı haline geldiğini de! Aynı uygulamaya maruz kalan benden başka kimseyi bulamadığım için, bu uygulamanın ilk ve tek örneği olmamın nedeni de hálá bir muamma...
YABANCIYIM DİYE BİLGİ DE VERMİYORLAR
Bütün çabalarıma rağmen bu 41198 sayılı kararı görmem mümkün olmadı. Emniyet Genel Müdürlüğü’nden bana ulaşan resmi cevaplarda bu karar belirtilmiyor. Bu cevaplarda sadece ‘403 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu’nun 25/ç maddesi uyarınca Türk vatandaşlığından çıkarıldığım’dan ve ‘hakkımda 17.07.1975 tarih ve 123233 sayılı yazıyla Türkiye’ye giriş yasağı kararı olduğundan’ bahsediliyor.
25.02.2005 gün ve 41198 sayılı karar ise, sadece, gümrük polisinde her izinli girişimde tutulan tutanaklarda belirtiliyor. Yani İçişleri Bakanlığı’nın bu yıl şubat ayında aldığı karar ve gerekçesi hakkında bana resmi bir bilgi ulaştırılması talebim de ‘Alman vatandaşı olduğum ve yabancıların Bilgi Edinme Yasası’ndan yararlanma hakları olmadığı’ gerekçesi ile reddedildi.
BAKANLIK İZNİYLE 5’ER GÜNLÜK TÜRKİYE
Okuduğunu anlayabilen insanlardanım. Vatandaşlık Kanunu’nda ‘vatandaşlıktan çıkarılanlar‘ ile ‘askerlik yükümlülüğünü yerine getirmemek nedeniyle vatandaşlığı kaybettirilen’ şahıslar ayrılmışlardır. Kanun, askerliğini yapmadığı için vatandaşlığı kaybettirilenlerin, vatandaşlıktan diğer nedenle çıkartılanların aksine, yabancı statüsünde ülkeye gidip geleceğini; hatta yerleşip, yabancılara sağlanan olanaklar çerçevesinde mülk edinebileceğini söylüyor. Ayrıca vatandaşlıktan çıkarılanlara yapılacak uygulamada da otomatik ve genel bir yasaklama durumu yok. İçişleri Bakanlığı gerekli gördüklerinin giriş çıkışını izne bağlayarak ve ancak gerekçelendirerek bir tahdit koyabiliyor. Gerekçesiz bir idari karar olamaz. Vatandaşlık hukukunu inceleyen birçok Türkiyeli profesör ve bilim adamının yorumları da tam bu yönde zaten.
Yapacak başkaca bir şey yoktu. İlk adımda bu haksız uygulamayı bir süre için sineye çekmek ve Türkiye’de kendim bizzat uğraşarak normal yollarla problemi çözmeye çalışmak kararını aldım. Yakınlarımın benim adıma verdiği dilekçelerle iki kere daha Türkiye’ye geldim. İlk dilekçemde 5 günlük izin istemiştim, çünkü işyerimdem 5 gün izin alabilmiştim. Türkiye makamları bu ‘5 gün’ü de içtihat haline getirdiler ve hiçbir kanun ve yönetmelikte böyle bir sınırlama olmadığı halde, bana sadece 5’er günlük izinler vermeye başladılar. Her gelişimde yetkili makamlarla temas kurmanın, sözü geçer insanların yardımının yollarını aradım. Hálá bu yanlışlığın düzeltileceğini düşünüyordum. Hiçbir sonuç alamadım.
SORUNLU YOLCU SALONUNDA GÖZALTI
Beş günlük izinli gelişlerimin üçüncüsünde gümrükte 18 saat bekledikten sonra Almanya’ya geri dönmek zorunda kaldım. Türkiye’de hakkımda ne bir mahkeme var, ne bir tutuklama kararı ve ne de bir soruşturma. Uçakta kaçak yolcu olarak da gelmedim. Ama gidiş-dönüş biletim olduğu, bineceğim uçağı belirleme hakkım olduğu halde, bu amaçla transit salonuna gönderilmek yerine, sanki ‘suçluymuşum’ gibi ‘sorunlu yabancı yolcu müşahede salonu’ adı takılmış bir odaya tıkıldım. Yine de bazı ilgililer sağolsunlar, tavassut ettiler de bu gözaltından çıkarılıp, geri kalan zamanı gümrük karakolunda geçirebildim.
‘Giriş tahdidi’ meselesi derinleştikçe derinleşti ve izin için istenen dilekçe de verilemez hale getirildi. Sonunda geçtiğimiz haziran ayında Türkiye’de elden bir dilekçe verilmesini sağladım. Yabancılar Hudut İltica Dairesi Başkanlığı, cevabi yazısında elden dilekçenin mümkün olmadığını, dilekçemi yaşadığım ülkedeki Türkiye Cumhuriyeti Dış Temsilciliği, yani Köln Başkonsolosluğu eli ile göndermem gerektiğini bildirdi. Dilekçe, Başkonsolosluk’tan Dışişleri Bakanlığı’na, oradan da İçişleri Bakanlığı’na ulaşacaktı. Cevap da aynı yolla Köln Başkonsolosluğu’na gelecek, oradan bana ulaştırılacaktı. Elime o cevabı alıp, Türkiye’ye gelebilecektim.
YENİ 5 GÜNLÜK İZİN KRİPTOYLA GELDİ
Son başvurumu Köln Başkonsolosluğu’na yaptım. Durum komikti. ‘Olağan bir uygulama’ adı takılan bu olay, Köln Başkonsolosluğu yetkilileri için tam bir muammaydı. Kimse böyle bir şey duymamıştı ve bilmiyordu. ‘Beyefendi biz kendi vatandaşlarımızın işleri ile uğraşmakla görevliyiz, Alman vatandaşlarına bir vize mecburiyetimiz de yok. Siz Alman vatandaşısınız. Türkiye Cumhuriyeti demokratik bir ülkedir. Siz İçişleri Bakanlığı’na ya da başka bir makama bir dilekçe ulaştırmak istiyorsanız, zarfa koyar postaya verirsiniz ve yerine ulaşır’ dediler. Araya adamlar koydum, ricalar ettim, en sonunda ve bir defaya mahsus olmak üzere dilekçemi Türkiye’ye göndermeye razı oldular. Bir şart vardı: Bu izin dilekçemin gönderilmesi talebini içeren bir başka dilekçeyi de Köln Başkonsolosluğu’na vermeliydim. Dilekçemi verdikten sonra cevabı beklemeye başladım.
20 gün gidiş ve 20 gün geliş hesabıyla 40 gün sonra cevap gelmiş. Ama, Konsolosluk beni bu konuda herhangi bir şekilde bilgilendirmedi. Türkiye’deki yakınlarım iznin çıktığını, Konsolosluk ise gelmediğini söylüyordu. Sıklaşan telefonlarımdan sıkılan bir konsolosluk memuru en sonunda ‘Evet beyefendi, kriptolar içinde bir satırlık böyle bir bilgi geldi, -Mehmet Asal, Türkiye’ye 5 gün için gelebilir- ama ben resmi kriptoyu size gönderme yetkisine sahip değilim ki’ dedi.
İzin çıkmıştı, ama elimde izin belgem yoktu. Konsolosluk memuruna ‘Türkiye’ye gideyim mi’ diye sorduğumda, aldığım cevap da Aziz Nesin’likti: ‘Bana sorarsanız bi deneyin!..’
GÜMRÜK MEMURLARIYLA ARTIK ARKADAŞ OLDUK
Gideceğim yol üç saatlik Ankara-Konya asfaltı değil ki. Ayrıca Türkiye’ye her giremeyip dönüşüm de neredeyse bir maaşıma maloluyor.
İstanbul’da
Atatürk Havalimanı’ndan araştırmalar başladı. Emin olmadan yola çıkmak ve bir kere daha sınırdan geri dönmek istemiyordum. Yabancılar polisinden ‘Aman söyleyin sakın gelmesin, buraya izin filan gelmedi, dönmek zorunda kalmasın!’ cevabını aldık. Atatürk Havalimanı’nda gide gele, dura döne birçok gümrük memuru ile nerdeyse arkadaş oldum ya, onlar da bana kıyamıyorlar artık galiba.
Mümkün olan en uzun süre için izin isteğimi belirttiğim dilekçemi yine adet olduğu üzere 5 gün izinle cevaplayan yazı, havaalanında uzun aramalar sonucu bulunamayınca, Ankara’dan bir kez daha faks geçilmesi sağlandı, havaalanı polisinden iznin ulaştığı teyidi alındı.
Ertesi sabah uçaktan indim, gümrüğe geldim. Ana adı, baba adı derken gene bir memurla gümrük karakoluna alındım. Beni tanıyan bir amir ‘Mehmet Bey neden geldiniz, izin gelmedi, hay Allah gene geri döneceksiniz’ dedi. İznin geldiğini, bir gün önce teyidin alındığını, hatta izin yazısının tarih ve karar numarasını söyledim. Artık tanıdık olan memurlar pür telaş dosya, klasör karıştırıyorlar. Birbirlerine kızıyorlar. Sinirlenip müdahale eden arkadaşıma ‘Siz ne karışıyorsunuz, biz Mehmet Bey’i tanıyoruz, o da bizi tanıyor, arayıp bulacağız işte’ diye çıkışıyorlar. Bir saatlik bir arama sonucu bulunabilen izin kağıdım sayesinde gümrüğü geçtim.
SON İZİNLİ GELİŞ DOĞRU ANKARA’DAYIM
İlk iş olarak Ankara’ya gittim, İçişleri Bakanı’nın bir danışmanı ve Emniyet Genel Müdürlüğü Yabancılar Hudut ve İltica Dairesi’nde yetkili memurlarla görüştüm. Ortada bir yanlışlık olduğunu ve giderilmesi için ne yapmam gerektiği konusunda bana yol göstermelerini istedim. ‘Olağan uygulama‘ açıklamasından başka hiçbir şey duymam mümkün olmadı. Karşılaştığım polis amirleri o kadar abartmalı bir naziklik içinde, ama bir o kadar da taş duvardılar ki, gençliğimin evet biraz kaba ama dobra polisini özledim desem yalan olmaz. Ama gene de sağolsunlar, ricam üzerine ve üstelik de yasaklanan biçimiyle ‘elden’ verdiğim bir yeni dilekçeyle iznimi bir ‘5 gün’ daha uzatma inceliğini gösterdiler.
YAPILACAK ŞEY KALMADI DAVA AÇMAK ZORUNDAYIM
Yapılacak başka hiçbir şey kalmamıştı. Ne ele güne rezil olacağımız bu haksızlığı, iş ortalığa dökülmeksizin normal yollardan kaldırabilmem için ne yapmam gerektiği söylenmişti; ne de neden ‘sakıncalı’ bulunduğumu öğrenebilmiştim. Yollar tıkanmıştı. Resmi yollar ve gerekirse mahkemeler yolu ile hakkımı arama isteğimi avukatıma bildirerek, Almanya’ya döndüm.
Ne tuhaf! Avukatımın İçişleri Bakanlığı’nın isteği üzerine Emniyet Genel Müdürlüğü’ne ‘hukuka ve insan haklarına aykırı bu uygulamanın sona erdirilmesi’ talebiyle verdiği dilekçenin reddedildiğini; bütün Türkiye’nin televizyon başında hop oturup hop kalkarak AB’nin kapısının açılmasını beklediği o ‘en uzun gün’de, yani 3 Ekim’de öğrendim. Gelen kısa cevap şöyleydi: ‘Uygulamada hukuka aykırılık yoktur!’
Ne acı! Bir Almanya ve AB vatandaşı olarak, doğduğum ülkenin makamlarına karşı, Türkiye’nin Avrupa kapısından içeri girebileceğinin tescil edildiği 4 Ekim günü dava açmak ve hakkımı bu yolla aramak zorunda kaldım. Dilerim bu gözden kaçmış, düşünülmeden yapılmış bir yanlışlık olsun. Bunun 12 Eylül sürgünlerine yönelik yeni bir siyasal tutumun bir başlangıcı olabileceğini düşünmek bile istemiyorum.
Umutsuz değilim. Türkiye’nin her geçen gün yeni adımlar atacağına inanıyorum ve bu sorunun da er geç çözüleceğini biliyorum. Dilerim ülkenin bugünkü yolunu çizenler, ‘Türkiye’de hakimler var’ sözünün bir kere daha doğrulanmasına gerek kalmaksızın bir el atar ve gerekenin yapılmasını sağlarlar. Umarım elin Avrupalısına rezil olmak zorunda kalmayız.
BENİM DURUMUMDA İKİNCİ BİR KİŞİ VAR MI?İstanbul’daki arkadaşlar beklemedelermiş. Hemen her gün ‘Mehmet geldi mi?’ diye soruyorlarmış. Gömleklerim, ceket ve pantolonlarım Kazancı Yokuşu’na açılan Bolahenk Sokağı’nda bir evde, elbise dolabında. Kızkardeşlerim, dostlarım merakla yolumu gözlüyorlar. Sevdiğim camda beni bekliyor. Çok kısa görebildiğim anam babam, tavanarasını karıştırıp uzun gecelerde eski hatıraları önüme sermeye hazırlanıyor. Dahası, İstanbul’da bir firmada işim bile hazır. ‘Ne zaman geliyorsun?’ diye sorup duruyorlar...
2004 Ekim ve Kasım’ında hiçbir sorunla karşılaşmadan iki kere gelebildiğim Türkiye’ye, bu yılın Şubat ayında işleme konan sürpriz bir uygulamayla artık serbestçe giremiyorum.
Doğup büyüdüğüm bu topraklar, çocukluğumu sokaklarında koşuşturduğum mahalleler, ilk yeniyetmeliğimin masallar şehri İstanbul, kaldırımlarını Fen Liselilik, ODTÜ’lülük uçarılığıyla ve dudaklarımızda Erkin Koray’la arşınladığımız güzelim Ankara bir yıldır bana yasaklandı.
Arkadaşlarım, dostlarım, gençliğimizin sloganlarıyla yürüyüp çınlattığımız yollar, kızımın doğduğu Zeynep Kamil, ilk cümlesini kurduğu İzmir’in Halil Rıfat’ı, anılarım, acı ve sevinçlerim bir yıldır geçilmesi zorlaştırılan bir sınırın ardında kaldılar yine. Türkiye’ye Avrupa Birliği kapısının açıldığı günlerde, benim için Türkiye’ye giriş kapıları kapanıyor. Ne tuhaf!..
Elimde Alman pasaportuyla geliyorum. Memurlar adımı bilgisayara veriyorlar. Ve sonra ‘Sizi alamayız, Türkiye’ye giriş yasağınız var’ sözleriyle geri gönderiliyorum. Gümrük memurları bile bu geliş ve geri gönderilişlerimi yaşamaktan üzülür hale geldiler. Olayı kavrayamıyorlar. Böyle bir durumla pek karşılaşmadıkları anlaşılıyor. Havaalanı karakolunda beni çaya, böreğe, peynirli poğaçaya boğmaktan öte ellerinden bir şey gelmiyor.
OLAĞAN UYGULAMA DİYORLAR AMA...
Türkiye’ye, ben ancak uzun süre cevap beklenen dilekçelerim yoluyla verilecek izinlerle ve birkaç günlüğüne girebiliyorum.
Bana gönderilen resmi yazılar ve görüştüğüm yetkililer, olayı benim durumumda olan kişilere yönelik ‘olağan bir uygulama’ diye geçiştirmeye çalışıyorlar. Oysa birçok kuruluşun da açıkladığı rakamlara göre 12 Eylül sonrasında yaklaşık 14 bin kişi Türk vatandaşlığını kaybetti. 30 bin kişi Türkiye’yi terk ederek Avrupa yollarına düştü. Yıllarca ilticacı statüsünde ve ‘haymatlos’ olarak yaşamak zorunda kaldı. Bunların bir kısmı Türkiye’ye geri döndüler. Bir kısmı Almanya veya başka bir ülke vatandaşlığına geçtiler ve Türkiye’ye gidip geliyorlar. Aynı kaderi paylaştığım bu çevreyi tanıyorum tabii. Ama bu insanlardan Türkiye’ye benim gibi ancak izinle girme durumunda olan bir ikinci kişiyi tanımıyorum.
NUR İÇİNDE YAT AZİZ AĞABEY
Bu ‘olağan uygulama’ üstelik öyle ‘ciddi’ bir şekilde yapılıyor olmalı ki, özbeöz Ankara doğumlu olduğum ve Ankara, Çankaya, Korkut Reis Mahallesi’nde kayıtlı olduğum halde; başvurularıma cevap olarak gönderilen resmi evraklarda kimi zaman Antalya doğumlu, kiminde de Antalya-Serik nüfusunda kayıtlı olarak görünüyorum.
Türkiye’nin yakın geçmişinin tartışıldığı, 12 Eylül’ün yaralarının sarılmaya çalışıldığı bir dönemde, elimde 12 Mart döneminden bir idari kararla kalakaldım. Gazetelerde 12 Eylül dönemi kayıtlarının merkezi bilgisayardan silindiğine dair haberler yayınlanıyor. Bense elime tutuşturulan ‘17.07.1975 gün ve 123233 sayılı ülkeye giriş yasağı’ ile nutku tutulmuş bir haldeyim.
Üzücü gelişmeleri bile neşeli bir yanından tutmalı insan. Karşılaştıklarımı rahmetli Aziz Nesin’e anlatabilseydim diye düşünüyorum; bundan bir ‘Bay Düdük II’ hikayesi çıkarırdı sanırım. Nur içinde yat derim, kulakların çınlasın Aziz Ağabey.
BU DA GEÇER DİYE ÜMİT ETMEK İSTİYORUM
Bu da geçer diye ümit etmek istiyorum. Güzel günler yaşıyoruz. Türkiye’de AB ile kalkılıp AB ile yatılıyor. Avrupa ile el sıkışılıyor. İnsan haklarına, uluslararası hukuka, düşünce özgürlüğüne saygıda hiçbir sorun kalmamış olmalı ki; Türkiye hukuku, kanunlar, devlet kurumları elden geçirilip değiştiriliyor. Elele hep ileri yürünmeye çalışılıyor. En azından ben dışarıdan baktığımda durum böyle görünüyor. Doğduğum topraklardaki bu gelişmelerden kıvanç duyuyorum. Bu kıvancım hep büyüsün istiyorum. Karşılaştıklarımı hazmedemez bir vaziyette köşeye çekilmek ve yanılmışım demek istemiyorum.
GÖKTEN 3 ELMA DÜŞSÜN
Bu uzun hikayemin sonunda da adet olduğu üzere gökten üç elma düşsün isterim.
Biri bana olsun, beklerken yerim.
Birini bugüne kadar bu sorunda bana yardımlarını esirgemeyen insanlara, yetkililere, sorunu büyütmeden ve işler ayyuka çıkmadan aklıselim ile çözmeye çalışan herkese ve yolumu gözlemekten yılmayan yakınlarıma vermek isterim. Sevgimin ve teşekkürlerimin sembolü olsun diye...
Biri de benim ‘tahdit’imin kalkmayacağının bildirildiği gün, Avrupa’da ve Türkiye’de yola taş koymaya çalışanların oyunlarını bozarak, uçağa atlayıp AB kapısını açan Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e olsun. Doğduğum topraklarda kardeşliğe yürümeye çalıştığını söyleyen Başbakan Tayyip Erdoğan’a olsun. Konferansları mahkeme kararıyla ertelenen Ermeni sorunu tartışmacılarına bu sefer olsun ‘arkadan hançerleyenler’ demeyip, konferansın başka bir üniversitede yapılması öğüdünü veren Adalet Bakanı Sayın Çiçek’e olsun...
Başbakan ve bakanları elmayı ne mi yapsınlar? Bilmem! Üçe bölüp ağız tadıyla yerken, bu durumu bir düşünsünler derim...