Güncelleme Tarihi:
Buluşma yerimiz Kadıköy İskelesi’nin üst katındaki Deniz Yıldızı, bir Günday tabiriyle “Herkesin gördüğü fakat kimsenin uğramadığı bir yer.” Farkında olmadan kendi romanlarını, kahramanlarını tarif ediyor olabilir mi? Herkesin gördüğü fakat kimsenin uğramadığı hayatlar, görmemezlikten geldiği karakterler... Günday, iki yıl boyunca gömüldüğü o hayatlardan artık uzakta, biraz yorgun, sırtından romanın yükünü atmakla meşgul. Uzak diyarlardan yeni gelmiş; yol yorgunluğunu henüz atamamış gibi. Ne üst üste içilen yorgunluk çayları, ardı ardına yakılan rahatlama sigaraları ne de kafa dağıtmak adına, ‘an’ı anlattığı Ot dergisine yazdığı yazılar yorgunluğu hafifletebilmiş gibi. Şimdilik.
Piç (2003), Malafa (2005), Azil (2007), Ziyan (2009), Az (2011)... İkişer yıl arayla çıkan bu romanları, yayın tarihleriyle beraber alt alta yazmak insanın karşısına disiplinli ve çalışkan yazar ibaresi çıkarabilir. İşin aslı ne disiplin ne de çalışkanlıkmış meğer: “Hikâyenin kendi oluşum süreci bu. Farkında olamadan biriktirdiklerim, okuduklarım, öğrendiklerim bir noktada anlatılmayı bekliyor. O noktaya 10 senede de varabilirsin mezar taşında da...” Neyse ki Günday’ın bu noktaya varması ortalama iki seneyi buluyor. Bu hafta raflara düşen son romanı Daha’da, hikâyenin tam ortasında yine yaşı küçük bir kahraman, yine bir çocuk, yine henüz kalıplaşmamş fikirlere sahip biri var. Tıpkı Zargana’da, tıpkı Az’da olduğu gibi. Tesadüf mü? Pek değil: “Bugün geriye dönüp yazdıklarıma baktığımda fark edebiliyorum bu durumu. Çocukların gözünden anlatmak hikâyeyi daha derinlere götürmemi sağlıyor. Çünkü en az o çocuklar kadar karşıma çıkan duvarları anlamamamı ve soru sorabilmemi sağlıyor. Verdikleri tepkiler daha hesapsız, daha kitapsız.” Her Günday romanında satır aralarındaki yozlaşmışlıkla yozlaşmamışlık arasındaki fark da bu hesapsız davranışlar sayesinde ortaya çıkıyor. Bir önceki romanı Az’la ‘henüz bebek’ Daha arasındaki en iri benzerlik de bu çocuk kahramanların kaderinde yatıyor zaten. Az’daki Derda ile Daha’daki Gaza’nın başına düşen meteorun cinsi farklı olsa da, büyüklüğü neredeyse aynı.
Tüm bu çocuk dramlarının, tacizlerinin sebebiyse ne ülkenin iklimi ne de Hakan Günday’ın çocukluğunun izleri.
BİREYİN GÜÇLE İMTİHANI
Üç maymunu oynamaya fazla meraklı bir toplumda her Hakan Günday romanı okuyanın gözünü acıtıyor, ağzını yaralıyor, kulaklarını sağır edecek şiddette rahatsız ediyor. Günday maymunun gözünü açmayı kendine misyon edinmiş olabilir mi? “İşleyen makinenin hiçbir ilginç tarafı yok. Araba yolda kaldığında kaportayı açıp içiyle ilgilenmeye başlarsın. İşlemeyen tarafla ilgilenmek daha zihin açıcı” derken derdinin bir misyonla değil hikâye anlatmakla olduğunu anlatıyor uzun uzun, tek tek.
‘Daha’, insan ticaretinin nasıl da köle ticaretine dönüştüğüne; zalim bir babanın nasıl da daha zalim bir evlat yarattığına dair bir hikâye gibi gözükebilir. Fakat hafif bir eşeleme sonrası bireyin kalabalığa karşı sahip olduğu güçle ilişkisine dair çarpıcı bir manzara çıkıyor:
“Hikâye bireyin eline fırsat ve güç geçtiğinde neye dönüşebileceğine dair iyi bir örnek. Çaresiz insanlar ve tüm imkanlara sahip bir otorite!” Hikâye aynı zamanda Ege’nin küçük bir kasabasında yaşayan 9 yaşındaki çocuğun makro politik düzlemde yaşanan depremlerden nasıl etkilendiğinin kanıtı da: “Kaçak göçmenler o gün kendi ülkelerinde hava kötü diye yola çıkmamışlar. O insanlar dünya üzerindeki tüm düzenlerde bir aksama olduğu için durmadan yer değiştiriyor. Ve bu durum küçücük bir çocuğun yaşamını bile etkileyebiliyor.”
Çaylar içildikçe, vapurlar yanaştıkça, Günday daha genizden konuşuyor, derinlere dalıyor. Ona göre kırıp dökmeden bu hayatı çakmak zor. Hayatın karşısında küçük bir çocuk gibi durmalı, parçalara ayırmaya meyilli olmalı: “Küçük bir çocuğun evdeki tek radyoyu paramparça ayırması yıkıcı gibi dursa da masum bir andır, anlamaya ve keşfetmeye yöneliktir. Bu sayede ilerleyebilir. O keşif, o merak bugün belki onu mühendis yapmıştır. Makinenin işleyiş biçimini çözmek için gerekli. Sağlıklı bir yol olduğunu söyleyemem. Ama kestirme olduğu kesin!” Kitapta satır aralarına muntazamca yerleştirilmiş bir Türkiye tespiti var ki üzerine uzun uzun tezler yapılır. Günday’a göre Türkiye’nin doğusundaki aynaya bakınca şişman olduğunu, batısındaki aynaya bakınca da kemiklerinin sayıldığını düşünen, üstüne giydiği hiçbir şeyi kendine yakıştıramayan, bulumik ve depresif bir genç kızdan farkı yok: “Herhangi bir yakın tarih kitabını karıştırsanız belli zaman aralıklarında yanlış birikimlere sahip olduğunu düşünüp, birikimlerden vazgeçen, yeniden biriktirmeye başlayan bir Türkiye çıkar karşınıza.” Bir nevi modadaki yirmi yıllık döngü kuralı gibi. Yirmi yıl boyunca boğulacakmış gibi yiyip sonra pişman olmalar, bir yirmi yıl da boğazını kanatana kadar kusup sonra yeniden yemeye başlamalar... Sürekli bir geçmişinden kurtulma, kendine yeni bir geçmiş yaratma çabası masaya “Geçmişi olmayan bir ülke miyiz?” sorusunu getiriyor: “Tünel kazmak gibi düşün. Önden aldığın toprağı arkana attığında tünelin girişini kapatırsın, nerden geldiğini göremezsin.” Önünü açtıkça arkasını kapatan yaşlı bir tünel, yedikçe kusası gelen genç bir kız. Günday’ın Türkiye portresi
işte böyle bir şey.
Hikâyenin satır aralarına sakışmış en mühim sorularından biri de bu. Günday’a göre, evet bir virüs ve bulaşıcı olma ihtimali hep var: “Bir kere sebepsiz ve koşulsuz tahakküm başladı; bu bir iletişim biçimine döner, kişinin diğer kişi üzerinde hüküm sürmesi sıradanlaşır, herkesin kendi altındaki ezmeye başlar.”
OTORİTERLİK VİRÜS MÜDÜR?
Kitaptan cımbızla çekilip gündemle öpüştürülecek kavramlar, tabirler çok. ‘Ultra diktatörlük’ de bunların başında geliyor: “Gücü elinde bulunduranın yozlaşma gibi bir eğilimi var. Demokrasilerde, yönetenler bu gerçeği kabul eder ve bu yozlaşmayı engellemek için, kendilerinin denetlenmesine ilişkin bütün mekanizmaları açık tutmaya çalışır. Ancak ne zaman ki bu denetim yolları kapanır, ultra diktatörlük doğmuş olur.” Kafada “Misal, Erdoğan bir ultra diktatör müdür?” sorusu, Günday’ın “Dünyanın bütün liderleri ultra diktatör adayıdır” duruşu. Mesele derinleşiyor: “Ya lider, denetlenmeyi kabul edip, hatta teşvik edip bir aday olarak kalacak ya da kendisini denetleyen sistemleri tamamen yok edip adaylığın ötesine geçecek.”
UMUTLA BAKMAK İLGİNÇ DEĞİL
Günday romanlarındaki nasıl âşık olduğunu bilememe hali, kalbini titreten insan karşısında ne yapacağını kestirememe durumu az biraz ‘Daha’da da var. Her ne kadar “Âşık olmayı, hatta mutlu olmayı beceremiyor muyuz?” sorusunda “Her kredi kartı taksiti ödediğini, televizyonunun ekranını büyüttüğünde mutlu olan insan çok” dese de aşka dair tespitlerinden kırık dökük, hüzünlü bir roman çıkar: “Aşık olunca hayatın durmasını bekliyorsan burası, bu ülke doğru yer değil. Aşk, reklamı yapılan bir ürün. Önemli olan hazır olanını tüketmek değil, evde üretmek.”
Daha’nın Gaza’sı “Umut denilen o doğal felaketten nefret ediyorum” diye bağıran 9 yaşlarında bir çocuk. Her Hakan Günday romanında olduğu gibi ara ara “Hiç umut yok mu?” diye bağırası geliyor insanın. Günday’a göre umut çok öznel, çok kişisel; sürekli adını tekrarladıkça var ettiğin, ama ‘t’ harfine gelmeden varlığından şüphe ettiğin bir şey. “Umut, kumarhanede bir fişe benzer. Kumardan kalkamamanın sebebi de odur” sözleri yetmiyor, yine de soruyorum: Türkiye’ye dair bir umudu var mı? “Umut denilen şeyi o kadar da büyütmemek gerek. Bir şeye umutla bakmak benim açımdan ilginç değil. Hiç öyle bakmadım. Beni ilgilendirmedi. Umut dediğin şey elbet bir sorunla alakalı. Ve ben asıl o sorunla ilgilenmeyi tercih ediyorum.”
Kendimle nasıl barışabilirim ki?
‘Kendisiyle barışık’ tabirini kendisine pek yakıştırmıyor. Zira, ona göre kişinin kendisiyle barışma şansı pek yok. Teknik olarak. “Tam barışacaksın ki bir bakmışsın başka birine dönüşmüşsün. İnsan sürekli değişirken, nasıl, ne ara, hangi kendisiyle barışabilir ki?”