Güncelleme Tarihi:
Radikal 2’de, 2005’in sonunda yargı üzerine bir polemik vardı. O polemikte Osman Can’ın pozisyonunu kısmen doğru buldum ve destekledim. Ondan sonra Osman Can ile tanıştık. O kalem tecrübelerimizi bir dernek bütünlüğüne taşıma kararı aldık. Demokrat Yargı Derneği’ni 2009’da kurarken YARSAV ile çok açık ideolojik ayrılıklarımız vardı. Hâlâ da var. YARSAV, cumhuriyetin kamu alanının, hak ve özgürlük alanının normalleşmesinin önündeki örgütsel engellerden biri. Milliyetçi, laikçi Türk devlet geleneğinin yargı içerisindeki tezahürü.
Herkeste son bir yılda Adalet Bakanlığı ile YARSAV arasında büyük bir savaş olduğu algısı var. Bence böyle bir şey yok. “Danıştay ve Yargıtay’da 160 kişilik blok liste kazandı” diyorlar ya, o 160 kişinin 26’sı YARSAV üyesi! Üstelik ikisi YARSAV’ın yönetim kurulu üyesi. Emine Ülker Tarhan da bu sürecin hesabını vermeli. Kendi açımdan bu sürecin hesabını verdim, kitap yazdım. Ama şunu görüyorum, belli bir kesim ‘Yargı Meselesi Hallolundu’ kitabı yokmuş gibi davranıyor. Bunun örgütlü bir sessizlik olduğunu düşünüyorum. Osman Can da sessiz kaldı.
YA O AYRILACAKTI YA BİZ
HSYK seçimleri sırasında bir teklif geldi bize. Osman Can aracılık etti. O teklifin görüşüldüğü Demokrat Yargı yönetim kurulu toplantısında üç grup oluştu. 12 kişiden ben de dahil 4-5 arkadaş, pazarlık yapılmaması gerektiğini, bağımsız listemizle çıkmamız gerektiğini savunduk. İkinci grup, pazarlığa gerek olmadığını Adalet Bakanlığı listesinin desteklenmesi gerektiğini söyledi. Hatta biri “Bakanlık eşeği aday gösterse oy veririm” dedi. Osman’ın dahil olduğu diğer grup pazarlıktan yanaydı. Sonunda bizim görüşümüz hakim oldu. Zaten dernek olarak baştan itibaren biri bakanlık tarafı, diğeri bakanlık karşıtı olarak ikiye ayrılmıştık. Birinden birinin dernekten gitmesi gerekiyordu. Onlar gitti. Osman Can da HSYK seçiminden bir ay önce dernekten ayrıldı. Dr. Uğur Yiğit, onun yerine eşbaşkan seçildi. Demokrat Yargı’nın temel iddiaları varlığını sürdürüyor. Derdimiz geleneksel kamu alanının dışında tutulmuş tüm kesimlerin tarihsel haklarının talep edilmesiydi. Demokrat Yargı’nın sözlerini büyük gruplar, hem Adalet Bakanlığı, hem YARSAV, hem CHP ya da AKP kendi hanelerine yazmak için acele ediyor. Biz üçüncü tarafız.
“Kendimi idare edecek kadar da saz çalarım. Müzikte iki alanı çok severim: Birincisi blues, ikincisi sanat müziği. Teksas blues, daha ruhani, daha dindar. Mississippi blues biraz daha aylak, biraz daha suçlu müziği türü. Nina Simone’a bayılırım, Skip James ve Robert Johnson’a müthiş hayranlığım vardır”
AFŞİN
Mahsuni’nin babam için yazılmış türküsü var
Türklük ve Sünnilik algısı bende biraz Kızılderilinin kendi toprağına bakışı gibi. Kızılderili diyor ya “İlk nefesimi aldığım ve dedemin son nefesini verdiği yer memleket”. Maraş Afşin de benim ilk nefesimi aldığım, dedelerimin son nefesini verdiği yer. Bence insanın doğduğu topraklar ve dil, kendi dünyasının en sahici yönünü oluşturur. Mahsuni Şerif’in ilk karısının üzerimde emeği vardır. Mahsuni Şerif, babamın yetiştirdiği birisi. Babamın üzerine bir türküsü var, ‘Afşin’de Yemliham Kaldı’ diye. Ben de onu dinleyerek büyüdüm. Sünnilik, Alevilik, Bektaşilik’in iç içe geçtiği bir ortamda büyüdüm. Babamın başucu kitapları Şeyh Bedrettin’in Varidat’ı ile Hacı Bektaş Veli’nin Makalat’ıdır.
DEVLET VE HAKİM
İşkence için suç duyurusunda bulundum
İlk görev yerim Siirt’in Baykan ilçesiydi. En çok beraber olduğum arkadaşlarım bir hakimle bir başkomiserdi. Beni çok etkilemişti ikisi de. Devleti sevmeyen, devletle arasında ideolojik bir mesafe koymayanların hakim ve savcılık yapmaması gerektiğine dair genelleşen bir algı vardı. Asıl korkutucu olan halkın bakışıydı. “Polis, jandarma neyse hakim de odur” diye bakıyor, yargıyı şiddet tekelinin esaslı bir parçası gibi görüyorlardı. İntibak etmem zordu. İlk aylarda üç dört kişi, PKK üyesi diye getirilmişti. İlk politik sorgumdu. Hepsi ciddi işkenceden geçirilmişti. Bizzat gördüm izleri. Delilleri ve dosyayı yetersiz bulduğum için tutuklamadım. Ondan sonra devlet alanının dışına doğru itilmeye başlandım; hem halk hem de bizzat devlet memurları grubu tarafından. Altı ay adliyede selam vermedi bazıları.
“12 Eylül, polis, asker ve yargının da eylemleriyle tamamlanan bir şiddet festivaliydi. Acılarını içimizde bir sır gibi tutuyoruz hâlâ. Kenan Evren’in kimliğinin Cumhuriyet Savcılığı’nda olması bile benim açımdan anlamlı. Ama bunu kapsamlı bir hesaplaşmaya doğru götürmek lazım”
12 EYLÜL
Fehmi Abi’mi öldürdüler
Babamın arzuhalci dükkanına gittim. Bir girdim babam ağlıyor. “Fehmi Abi’ni işkencede öldürdüler” dedi. 1981 Ağustos’uydu, 14 yaşındayım. Mahallenin gençlerine voleybol öğreten, elinde büyüdüğüm bir üniversite öğrencisiydi Fehmi Özarslan. Devrimciydi. İşkencehaneye dönüşen Maraş Eğitim Enstitüsü’nde ona elektrik verdikten sonra su içirmişler, iç organları tahrip olmuş. Jandarma mezara iki günde bir kireç döktü, cesedi çabuk çürüsün de işkence kanıtı kalmasın diye.
YETMEZ AMA EVET
Mezarıma HSYK için balbal diksinler
Referandumda ‘Yetmez ama evet’ dediğimiz için hiç pişman değilim. Hatta gurur haneme yazdığım bir şey. Eski Türklerde bir gelenektir: Ölenin mezarına öldürdüğü düşman sayısı kadar taş dikilir, ona balbal derler. Ben de ölünce başucuma eski HSYK için balbal dikilmesini isterim. Ama tabii yeni HSYK için de balbal dikmelerini tercih ederim. Tabii ki bu bir espri ama bir gerçeği anlatıyor. ‘Hayır’ tercihi, geçmiş despotizmi aynen sürdürmekten başka hiçbir gelecek vizyonu vermiyordu. HSYK yeni bir yargı oligarşisi oluşturdu. Anayasa değişikliğiyle gelen biçimsel demokrasi imkanı maddi bir demokrasiye dönüştürülmedi. YARSAV’cılar ve CHP’liler, referandumdan ve HSYK seçimlerinden sonra “Her şey bitti” diye köşeye çekildi. Biz de “Tam tersi, demokrasi mücadelesi şimdi başlıyor” dedik. Normalde 160 blok oyluk bir grubun Yargıtay’a yerleştirilmesi en az 10 yıl alır. Bu süreç 10 ayda yaşandı. HSYK seçimiyle Yargıtay ve Danıştay üye seçimleri yargıdaki iktidarın yeni baştan üretilmesini sağladı. Bence yaygın söylentinin tersine yargı siyasallaşmadı, ‘Türkiye’deki din kilisesi’ diyebileceğim bir kesim tarafından yeniden devletleştirildi. Ya da şöyle söyleyebiliriz: Birçok devlet aygıtı gibi yargı da bir kilise faaliyeti üzerinden yeniden resmileştiriliyor. Yargıyı hükümet ele geçirmedi. Yargıda hükümet bileşenlerinden birisi, yargının devletleştirilmesi sürecini hayata geçirdi.
YARGI
Yeni kadroların perspektifi yok
Bundan on ay öncesine kadar yargıda iki büyük ideolojik blok vardı. Biri Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay’dı. Diğeri, özel yetkili mahkemeler. Bu iki büyük blok 2006’dan bu yana birbiriyle çekişiyor. Özel yetkili mahkemelerin son süreçlerde artık hiçbir meşruiyeti kalmadı. Bir süre sonra lağvedilmek zorunda kalacaklar. Bu arada misyonlarını da tamamlamış olacaklar. Zaten güncel dünyada da politik dönüşümler hukuk yoluyla yapılır hale gelmiştir. Siyasi muhatabınızı alaşağı etmenin aracı haline getirirsiniz yargıyı. Yine de Ergenekon ve diğer davaların anlamlı bir noktaya oturduğunu düşünüyorum. Ordu asla ve kata suç işlemeyen bir gruptu, ilk defa fail haline geldi. Bu tarihsel olarak kıymet verilmesi gereken bir aşama. Tarihi bir dönüşüm yaşıyoruz ama yargıdaki yeni kadroların yargının devasa sorunları konusunda hiçbir entelektüel perspektifi yok. Örneğin HSYK Başkanvekili daha önce Adalet Akademisi Başkanı idi. Araştırırsanız tek bir ciddi makalesinin olmadığını görürsünüz. Dünyanın ciddi devletlerinde bu bir skandaldır.
DİCLE VE BALBAY
Uluslararası içtihatlarla tahliye
Anayasa Mahkemesi, 2004’te AİHM içtihatlarının iç hukuk referansı olarak kullanılması gerektiğine karar verdi ve Anayasa’nın 90’ıncı maddesi değişti. YSK, Hatip Dicle kararını uluslararası içtihatlara bağlı kalarak ters yönde verebilir. Balbay ve Haberal meselesini düşünün, 13’üncü Ceza Dairesi uluslararası içtihatlara dayanarak hukuksal olarak tahliye kararı verebilir. Kimse hem Ergenekon hem de Hatip Dicle kararlarının hukuksal olduğunu iddia etmesin. Ederse aynı tutarlılıkta başka referanslar da bulabiliriz.
ÜNİVERSİTE
Öğrenci derneklerinde yöneticiydim
İlk üniversitem ODTÜ’ydü. 1984’te girdim, kamu yönetimi ve tarih bölümlerinde okudum. Sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne geçtim. ODTÜ’de öğrenci derneğinde görev aldım. 1988’de Hukuk’a geçtiğimde öğrenci derneğinin yönetim kurulunda bulundum. 15-16 yaşımdan itibaren kendime hep solcu dedim. ODTÜ’den itibaren de Marksistim diyordum. 1990’lardan sonra Türk solunun içindeki Kemalist kodların sorgulanması gerektiğine dair bir algı oluştu bende. Evrensel solun argümanlarının politik bir harekete dönüştürülmesi gerektiği düşüncesi zamanla kesinleşti. Şimdi benim için doğru adlandırma şudur: Liberal sol ya da özgürlükçü sol... Solun sıfat değil de asıl isim olduğu bir tanım.
DOKTORA
Türk milliyetçiliğini araştırdım
ODTÜ’de master yaptım. 1944 yargılamaları, Nihal Atsız ve Alparslan Türkeş gibi isimlerin yargılandığı Turancılık davası üzerine tez yazmıştım. Milliyetçilik üzerinde uzun yıllar çalıştım. Entelektüel faaliyetim hakimliğe kadar siyaset bilimi üzerinden gelişiyordu. 1990’ların ikinci yarısına kadar temelde hayata dair sorularımın hiçbirini hukuk ve yargı üzerinden yanıtlayamayacağımı düşünüyordum. 2000’li yıllara kadar hep milliyetçilik, Türk tarihi, Orta Asya, faşizm, Kemalizm ve Cumhuriyet tarihi üzerine okudum. En az 30-40 kitabı bir kenara koyup sistematik olarak okuyordum. Marksizm üzerine neredeyse bir on yıl okudum. Siyaset bilimi doktora tezimi de 2006’da terör hukuku üzerine yazdım. Sonradan akademik anlamda bir görev almadım.