Güncelleme Tarihi:
73 doğumlu Fatih Akın, tam bir 80’ler çocuğu. İşçi babası, ilkokul öğretmeni annesi ve iki yaş büyük abisiyle Hamburg’un gettosunda büyürken, Almanya’da yaşayan Türklerin çoğu gibi onlar da anavatanı, kendi kültürlerini video filmlerle takip eder. Etrafındaki çocuklar da film seyretmeye meraklıdır, kasetler değiş tokuş ediliyordur falan ama Fatih Akın’ın merakı diğerlerinden biraz farklıdır. Bir gün Roman Polanski’nin bir filmini (Korkusuz Vampir Avcıları) görür televizyonda misal, gider kütüphaneden Polanski’nin biyografisini bulup okur. İlk kez sinemada bir Polanski filmine (Frantic) gittiğinde, adamın gelmişine geçmişine dair her şeyi biliyordur. Film düşkünü çocukların artist merakı makuldür elbet ama Fatih Akın, yönetmen kovalıyordur: “Filmlerde çalışacağımı çok erken yaşımda biliyordum ama yönetmen olmanın kolay olmayacağını düşünüyordum. O yüzden önce oyunculukla girdim işe.”
YA DÖNERCİ YA DA ELİ BIÇAKLI KAVGACI
18 yaşında televizyon dizilerinde rol almaya başlar ama dayatılan klişe rollerden mutsuzdur: Ya döner satıyordur ya da kavga sahnelerinde eline bıçak tutuşturuluyordur. Sonunda Sylvester Stallone’yi örnek almaya karar verir. Tıpkı onun Rocky ile yaptığı gibi, oturup bir senaryo yazacak, başrolü de kendisi oynamak konusunda ısrarcı olacaktır. İlk uzun metrajı “Kısa ve Acısız”ın senaryosunu henüz 19 yaşındayken bu kafayla yazar: “93 senesinde bir yapım şirketini arayıp senaryoyu satabildim. Çok hırslıydım. O senelerde Alman sineması ciddi bir kriz içindeydi. Seyirci yoktu, iyi filmler yoktu. Tesadüfen, yeni Alman sinemasının devrim zamanının başlarında işin içine girdim. Kolektif bir beklenti, bir arayış vardı. O büyük bir şanstı.”
Senaryoyu satmıştır satmasına da filmin çekilmesi dört yıl alır. Yapımcının para bulmaya, TV kanallarını ikna etmeye çalışarak geçirdiği bu dört sene içinde, Akın liseyi bitirmiş, Hamburg’daki güzel sanatlar fakültesinin görsel iletişim bölümünde sinema okumaya başlamıştır. Okuldayken ilk kısa metrajını çekmeye niyetlenir ama ve filmi (Du bist es! / Sensin!) yapımcısıyla birlikte kotarır: “O film birkaç ödül kazandı. Sonra bir kısa metraj daha yaptım (Getürkt), o da Chicago’da ödül kazanınca, televizyon kanallarını ikna etmek için işimiz kolaylaştı. 97’de ‘Kısa ve Acısız’ı çektik. Başrolü ben oynamadım ama yönettim.”
TÜRKİYE’Yİ YAVAŞ YAVAŞ KEŞFETTİM
Tüm bu süreçte Türkiye’yle ilişkisi yazın geldikleri kısıtlı tatil dönemlerinden ibarettir. Sınırlı zamanı da ya Merter’deki akrabalarının evinde ya da Topkapı Sarayı’nda çalışan kuzenini ziyaret için gittiği Sultanahmet’te turistlerle takılmakla geçer.
Beyoğlu’na hayatında ilk kez 95’te çıkar: “İlk kez Kemancı’ya gittiğimde, bir cover grubu Rage Against the Machine’den söylüyordu, unutmuyorum. 98’de ‘Kısa ve Acısız’, Antalya Festivali’nde gösterildi. Orada Önder Çakar’la tanıştım, Yeni Sinemacılar’dan; onlar da ‘Gemide’ ile katılıyorlardı. Arkadaş olduk. İstanbul’a beni yaklaştıran ilk arkadaşlarım. Ondan sonra ‘Im Juli’yi (Temmuz’da) yaptım, o film de burada bitiyor. Filmi burada çektik, çalıştığımız ekip bize buraları gezdirdi. Bir sıcaklık ve büyük bir merakla, doya doya içime çekiyordum her şeyi. Türkiye’yi yavaş yavaş keşfettim.”
“SOLINO”, EN ÇOK HATA YAPTIĞIM FİLM
“Im Juli”, Almanya’da yarım milyonluk gişe elde eder ki bu, o zamanlar için görülmemiş başarıdır. Filmin başarısı, bir sonraki projesi “Solino”yu getirir. “Solino”da bir başkasının senaryosunu yönetir. Gişede yine başarılı olsa da, ne eleştirilerden ne de çıkan işten memnun kalır. Sinemada kendi hikâyelerini anlatan bir film maker olarak yol almaya karar verir: “En çok hata yaptığım filmdir ‘Solino’, o yüzden çok önemlidir benim için. Eğer o olmasaydı ‘Duvara Karşı’ olmazdı. ‘Solino’da yaptığım her hatayı, o filmde düzeltmeye çalıştım. Ve Duvara Karşı bana uluslararası popülerlik getirdi.”
“Duvara Karşı”nın Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı’yla ödüllendirilmesi, Fatih Akın’ı bambaşka bir sıklete taşır. Üstelik filmde yer verdiği Türk müziklerine ilgisi zihnini açar, onu tüm bu güzelliklerin bonusu olarak, yeni projesine yönlendirir. İstanbul’un farklı seslerini kovaladığı müzik belgeseli “Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul”u (İstanbul Hatırası) çekmeye karar verir.
“İstanbul Hatırası’nı çektiğim o yaz, hayatımın en güzel yazıydı” diyor: “Duvara Karşı yeni Altın Ayı almıştı, burada ilk defa popülerdim. Bütün kapılar açılıyordu. Mesela Sezen Aksu’yla tanışmak istiyordum, tanışabiliyordum. Müslüm Gürses’le, Orhan Gencebay’la tanışmak istiyordum, tanışabiliyordum. Bütün ekip Büyük Londra Oteli’nde kalıyorduk, orası benim köşküm gibiydi. İstediğimiz saate kadar müzik dinleyebiliyorduk, konser yapıyorduk odalarda. Burada birçok arkadaşım oldu, ülkeyi tanıdım.”
ÜÇLEMENİN “ÖLÜM” AYAĞINDA GELEN ÖLÜM
“Duvara Karşı”nın ardından, “Aşk-Ölüm-Şeytan” üçlemesinin ikinci filmi “Yaşamın Kıyısında” gelir. Fatih Akın, “Duvara Karşı”nın başarısının yarattığı baskıyı omuzlarında hissediyordur. İstanbul’da tanıştığı insanlardan duyduğu siyasi örgüt hikâyeleri, Hanna Schygulla ve Tuncel Kurtiz gibi oyuncularla birlikte çalışma arzusu, mekân ararken ilk kez büyükbabasının memleketi Karadeniz’e yaptığı yolculuk; hepsi kafasındaki bir senaryoda teker teker yerine oturan taşlar gibidir. Hayatının en hızlı metnini çıkarır. Çekimler de aynı pürüzsüz seyirde ilerler. Yine yazdır ve güzel bir yazdır. İşler o kadar iyi gidiyordur ki, sinemada görülmedik şekilde birçok gün erken paydos edilir. Filmin yapımcılarından Andreas Thiel paranoyaya kapılır hatta, “Bir yerde bir terslik olmalı, nerede, nerede?” diye söylenir durur. Çekimlerinin sonlarına doğru Thiel, beyin kanaması geçirir ve Büyük Londra Oteli’nin 401 numaralı odasında son nefesini verir. Üçlemenin Ölüm ayağının tersliği, epey ters olur.
BEN ENTEL BİR SİNEMACI DEĞİLİM
“Yaşamın Kıyısında”, 2007 senesinde Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo ödülüne layık görülür. Cannes’dan ödül almak, Fatih Akın için başka türden kıymetlidir: “2005’te Duvara Karşı’nın başarısından dolayı Cannes’da jüriye davet edilmiştim. Salma Hayek, Javier Bardem, Emir Kusturica, John Woo, Toni Morrison, Agnès Varda gibi isimler vardı jüride. Benim için çok büyük bir tecrübe oldu. Deli bir şeydi ama uyum sağlayabildim. Allah’tan önceden Berlin jüri tecrübem vardı, cool davranabildim, kafayı yemedim yani. Cannes beni kabul etti, sevdiler beni ve kabul görmek önemliydi. Ben aksiyon filmlerinden geliyorum. Bruce Lee’lerden, Sylvester Stallone’lerden, Kemal Sunal’lardan, İbrahim Tatlıses’lerden, Cüneyt Arkın’lardan... Ben entel bir sinemacı değilim yani ama entelektüel sinema dünyası beni kabul ediyor. O çok güzel bir duygu. Sonra bir de ödül alınca...”
Yine de bir sonraki projesi, tam da bu entelektüel ve sofistike çevreye nazire yaparcasına “Soul Kitchen” olur. Ticari bir film yapmak ister; ticari bir yönetmen olabilir mi, komedi çekebilir mi, gişede 1 milyon barajını aşabilir mi ve tüm bunları yaparak yine o çevrede kabul görebilir mi, bilmek ister. Sonuçta hedeflediği her şeye ulaşır. Film Almanya’da 1 milyon 300 bin kişi tarafından izlenir, Yunanistan’da, İtalya’da büyük başarı elde eder. Ve Venedik Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’ne değer görülür.
ÜÇLEMENİN SON AYAĞINA HAZIRLANIYORUM
“Soul Kitchen”ın üzerinden dört yıl geçmiş, hâlâ bir uzun metraj yok. Dışarıdan tembel bir yönetmen gibi görünebileceğinden bahsediyor. Ama bu arada başka bir projeyle maalesef bir koca sene kaybettiğini, onun yanında da harıl harıl, “Aşk-Ölüm-Şeytan” üçlemesinin son ayağı için hazırlanmakta olduğunu anlatıyor. Bu seferki, bir dönem filmi olacak. Devasa bütçeli, uluslararası bir cast’la, İngilizce çekilecek, üç ayrı kıtaya yayılan bir proje. Bunun için tarihçilerle görüşüyor, mekân bakıyor, senaryo yazıp bozuyor... Türkçesi gayet iyi ama tembelin tam karşılığını bilmiyor olsa gerek. Fatih Akın tembelse, dünyanın geri kalan büyük bir kesimine kımıl zararlısı demek, iltifattan sayılır.
Övgü var, bilet yok
“Cennetteki Çöplük’ü çok kişi görsün istiyorum. Gişesinden çok, görülsün istediğim için. ‘Soul Kitchen’ı burada 100 bin kişi bile seyretmedi. O zaman büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştım. Buradaki seyirci beni buralı kabul etmiyor demiştim kendi kendime. Benim filmimde bir Türk olmazsa, hikaye yabancı dilli olursa, izlemiyorlar demek ki demiştim. Ondan önce ‘Yaşamın Kıyısında’ izlenmişti, ‘Duvara Karşı’ hele, çok iyi izlenmişti. Muhteşem diyenler oluyor ‘Duvara Karşı& için. İyi de Zeki’nin (Demirkubuz) filmleri de muhteşem oluyor, Üç Maymun (Nuri Bilge Ceylan’ın) da muhteşem mesela ama gişede istenilen olmuyor. Ben ‘Duvara Karşı’yı onlarla birlikte anmak isterim, o şekilde kategorize etmek isterim. ‘Duvara Karşı’nın burada yaptığı gişe nadir bir şey, her zaman olmayan bir şey o.”
Türkiye’ye bakarken
“Baştaki bakışım Almancı bakışıydı, biraz yabancı bir göz. Sonra turistik bakış oldu. Sonra da bir Kunta Kinte bakışı geliyor insana. Köklerine dönmek gibi bir hissim vardı. Benim sinemama büyük katkısı oldu bunun. Burasıyla ilgili hayal kırıklığı, früstrasyon gibi duyguları yeni yeni yaşıyorum. Belki artık iyice içeriden bakıyorum diyedir ama bu aralar çok büyük bir hüsran ve sıkıntı hissediyorum hep geldiğimde. Onu çok fark ediyorum şimdi, arkadaşlarımdan, takip ettiğim haberlerden. Burada yaşamıyorum ben. Yurtdışında yaşadığım için buraya seve seve gelebiliyorum, her zaman büyük bir heyecanla geliyorum. Ama burada yaşasam zorlanırım. Benim için hayatta en önemli şey özgürlük çünkü. Fikir özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, hareket özgürlüğü; her türlü özgürlük.”