Güncelleme Tarihi:
Bu ülkede her şey olunup da rezil olunamadığını bize ilk o söyledi. Hiçbir yenidenin kolay olmadığını… Ve bizi en çok edebiyatın büyüttüğünü… Şimdi, çiçeği burnunda üç kitap; notlarından oluşan ‘189 Sayfa’, iki öykü seçkisi ‘Merhaba Asker’ ve ‘Kadınlar Arasında’ ile zihin tarihimize yeni tuğlalar ekliyor.
Hep hatırladığımız ama son günlerde tespih çeker gibi tekrarladığımız bir cümleniz var: “Bu ülkede her şey olursunuz, rezil olamazsınız.” Bu cümleyi kurarken bu kadarını tahmin etmiş miydiniz?
-Her zaman hangi dünyada ve ülkede yaşadığımın fazlasıyla farkında oldum. “Ben biliyordum” ya da “Ben söylemiştim”in bir manası yok. Hatta en büyük korkum yavaş yavaş gerçekleşiyor. “Artık beni bir şey şaşırtmaz demem inşallah, hâlâ şaşıracağım şeyler kalır bu memlekette” diyordum. Ama memleketin hızıyla benim şaşırma kabiliyetim arasındaki ters orantı beni ümitsizliğe sürüklüyor.
Kurduğunuz cümlenin bugünün gerisinde kaldığını düşünüyor musunuz?
-Bir tarihte, damarlarında kan yerine kin akan, kötü ruhlu birinin yine bir kötülüğünü gördüğümde bir arkadaşıma “Kötülüğün bu kadarı” demiştim. O da şöyle cevap vermişti: “Murathan, sen kötülüğün ‘kadar’ı var zannediyorsun.” Yozlaşmaya, yalana, kötülüğe başvurduğunuzda o sonsuz bir sarmal. Geçmişte de böyleydi, Türkiye’de yalan söyleyenlerden hiç hesap sorulmadı. Yalanın dilin gereği gibi anlaşıldığı bir toplumda yaşıyoruz. Herkes yalan söylüyor. Yalan söylediğinin bilinci kaybolmaya başladı. Bu yolsuzluklar konusunda da aynı. Sıradan bir insan, hayatında bunun türevleriyle o kadar iç içe ki, etkilenmiyor. İltiması, yalanı meşru gören bir toplumsal kumaş var.
Son günlerde bambaşka insanlardan aynı sözcüğü duyuyorum: ‘Kumaş’.
-Bir süredir siyasi bir kitap çalışıyorum. Anekdotlar, metaforlar, olaylar, akıl yürütmeler üstüne. Adı ‘Türkiye Saatiyle.’ Zaten öyle başlıyor: ‘Türkiye saatiyle bildiriyorum.’ Orada hep bu kumaş meselesi var. Bir ülkenin sağcısıyla solcusunun bu kadar birbirine benzemesinin varacağı nokta burasıydı zaten. Siz neye şaşırıyorsunuz? Böyle konuşmayı çok sevmiyorum ama birçok konuda yavaş yavaş bana geliyorsunuz. Bunun için deha olmaya gerek yok. Kimya gibi. Bu bileşenler, bu elementler böyle bir organizma yaratıyor. Mazur görmenin varacağı yer burası. Çaresizliğimiz son 10 yılın çaresizliği değil. Nabzı çok gerilerden atmaya başlayan bir çaresizlik.
Türkiye’de olan bitenle ilgili gazetecilerin verdiği sınav çok tartışılıyor. Edebiyatçıların da böyle bir sınavı var mı?
-Öncelikle ben gazetecilerin bir sınav verdiklerini düşünmüyorum. Bazı gazeteciler sınav veremeyecek kadar dışarıya süpürüldüler. Kalanlar bundan daha önce uyguladıkları taktikleri uyguluyorlar.Hayatta, ayakta ve villalarda kalma taktiği. Onlar beni ilgilendirmiyor. Hepsinin 30 sene öncesinden röntgenlerini çekmiş, rafa koymuştum. Kimse kusura bakmasın. Herhalde Türk medyası diyebileceğim kurum, meslek hayatının hiçbir döneminde bu kadar onursuz olmadı. Kendilerine bu kadar hazırlıksız yakalanmaları beni şaşırttı diyemeyeceğim.
Pişman olmak artık geçersiz mi?
-Her şeyin bu kadar sahtesinin olduğu bir toplumda duyguların da hakikisi kalmaz. İnsanlar artık duygu ve düşünce geliştirmiyorlar. Sadece strateji ve taktik geliştiriyorlar. Kalplerimiz de akıllarımız da artık stratejik pazarlama taktiği geliştirme derdinde. O yüzden bu kadar çok imaj lafı ediliyor. “Yeni imaj yaptı” diyor. Saçını başını yapmış eskilerin tabiriyle. Hepimizin yanıltıldığı, yalanlara kandığı zamanlar var. Bu konuda tek silahımız olabilir: Açıklık, dürüstlük ve içtenlik.
Edebiyatçının da sınavı geçip geçmediğine bakılır mı böyle zamanlarda?
-Her yazarın, her şairin macerasını biricik olarak görürüm. Kimse kimseye benzemek zorunda değil. Türkiye’de yeterince komiser var, yeterince kültür komiseri de gördük, yenilerine ihtiyacımız yok. Bunlardan biri olmaya hiçbir zaman aday olmadım. Hakikat nedir, işin aslı nedir? En uhrevi hakikatten gündelik, süfli gerçekliklere varana kadar bir yazarın işinin bu olduğunu düşünürüm. Türkiye bu kadar çok şey yaşarken, her konuda kalem sallamış bir yazarın diyelim ki bir Dersim konusunda tek bir satırının olmaması benim dikkatimi çekiyor. Her şey bir yana yıllardır evlatlarının kemiklerini arayan insanların karşısında nasıl bu kadar kayıtsız kalabildiklerini yazar olarak sorgulamıyorum. İnsan olarak sorguluyorum. Hayata bu kadar meraklıyken bunlara seni bu kadar uzak ve azade tutan nedir?
‘Merhaba Asker’in önsözünde “Şüpheli asker ölümlerini konuşmak, Türkiye’nin hikâyesini konuşmanın kapısını açacak” diyorsunuz. Bir gün gerçekten Türkiye’nin hikâyesini konuşmaya başlar mıyız?
-Aslında herkes bir ucundan başladı. Ama kimse birbirinin hikâyesini dinlemiyor henüz. Herkesin kulağı duymak istediğine kilitlenmiş vaziyette. Türkiye’nin temel problemlerinden biri, dilini kaybetmiş bir ülke olması. Anadilde eğitimin önemini anlatamıyorsun, çünkü kendi hayatında dilin bir önemi yok, dil bir kıymet değil. İki şey kalıyor elimizde: Ahlak ve vicdan. İkisini de kaybedeli yıllar oldu. Çünkü herkes kendine benzeyeni ahlaklı, kendi gibi düşüneni vicdanlı buluyor.
Bir cümlenizi daha tekrarlayayım: ‘Bizi özgürleştiren ötekilerdir’. Onun için mi gittikçe daha az özgürüz?
Hâlâ dünyayı bize benzeyenler ve bize yakın olanlar üstünden tarif ediyoruz. En çok nereden anlıyorum biliyor musun? YouTube’daki şarkı yorumlarından. Hangi ülkede yaşadığımı buralarda görüyorum. Herhangi bir şarkıyı bir başkasının da güzel söyleyebileceği fikrine tahammül edemiyor. O şarkının Ahmet’ten beğenilmesine küfrediyor, çünkü o Mehmet’ten beğeniyor. Bu kutuplaşma, iktidarın bütün meşruiyetini üzerine kurduğu bir zemin.
Aklı, ruhu olan tedirgin
Sizin cümleleriniz yalnızca önsözlerde var. Neden ‘şüpheli asker ölümleri’ ya da ‘kadınlar arasında aşk’ konusunda birer Murathan Mungan kitabı okumadık da siz bu verimli temaları tepsi içinde başka yazarlara ikram ettiniz?
-Ben kendi temalarımı ancak kendi yaklaşımımla dillendirebilirim. Ama 16 yazar kendi feneriyle gelirse o konu birçok açıdan aydınlatılabilir. Türkiye yüzleşme korkusu içinde bir toplum. Öykü, tür olarak yüzleşmeye çok yatkın bir tür. Enformasyon fazlası çağında hepimiz serseme dönmüş vaziyetteyiz. İnternet, sosyal medya, her sabah bize kaldıramayacağımız kadar acı, sıkıntı ve tedirginlik yüklüyor. Aklı, ruhu olan herkes tedirgin. İnsanlar bu kadar yükü taşıyamıyor. Öykünün gazete haberinden daha kuvvetli olduğunu düşünüyorum.
Tarih işini yapmadığı için mi siz bu boşluğu dolduruyorsunuz?
-Edebiyat sadece kendine ait bir boşluğu doldurur. Resmi tarih zaten işini yapmadı. Türkiye’de yaşayan halklar, kendinden saklanan gerçeklerin tarihi içinde yaşıyor. Birdenbire “O öyle değildi, bu böyle olmamıştı”yı bu halk nasıl taşıyacak? Kendisine çok yıllar boyunca yalan söylenmiş, bir örtbas etme kültürü içinde yaşanmış. Geçmişi niye hatırlıyoruz? Bir hıncın, bir kinin tazelenmesi için değil. Günümüze düşen uzantılarını ve tekrarını engellemek için. Yoksa tarihin tek başına kimseye faydası yoktur. En son yazdığım şiirlerden birinde “Tarihte delilden çok yalan var” diyorum.
Dostoyevski bize merhameti analarımızdan babalarımızdan çok daha iyi öğretti
“Biraz aklı ve ruhu olan herkes tedirgin yaşıyor” dediniz. Bu tedirginlik yaratıcılığınızı nasıl etkiliyor?
-Herhalde hiçbirimize iyi gelmiyor. Açık söyleyeyim, o kitabı yazmadan ölürsem gözüm açık giderim dediğim bir İstanbul romanı var. 1800’lerin ortalarında Kızıltoprak’ın kuruluşuyla başlıyor. 1980’e kadar gelen bir tür kuşak romanı. Onun için çalışırken, sabahları şimdiki Türkiye’ye uyandığında her şey sana anlamsız geliyor. Kendi işine dönmen için gereken konsantrasyonu sağlamak için adeta şizofrenik bir bölünme yaşaman gerekiyor.
Yaratıcılığımı elimden alıyorlar diye öfkeleniyor musunuz?
-Yok, onu kimse elimden kolay kolay alamaz. Ben hep entelektüel vicdan ve adalet duygumu yitirmemeye çalıştım. Dostoyevski bize merhameti analarımızdan babalarımızdan çok daha iyi öğretmiştir.
Beni kimlerle beraber seviyorsun?
Bu iki seçki kitabı için söyleyeceğim en büyük payda, ikisinin de çok politik kitaplar oluşu. Şüpheli asker ölümleriyle kadınlar arasındaki aşkı yan yana getirmede ilk ağızda bir tür zıtlık gibi anlaşılan şeyin temelinde aynı toplumsal panorama var.
Öykü sanatının edebiyat içindeki önemine dikkat çekmek istiyorum. Son zamanlarda edebiyat sadece roman yazmak gibi anlaşılmaya başlandı. Romanda bir tamamlanmışlık ve final vardır, oysa öykü her zaman yeni bir başlangıçtır. İnsanlar başı-ortası-sonu belli olanın içinde, doğru da olsa yanlış da daha rahat ediyorlar. Tıpkı eskiden kazığını yediği partiye yeniden oy vermesi gibi. Yabancı, yeni başlangıç. Bunlar hep ürküntü yaratıyor. Çoktan bitmiş evliliğini sürdürmesi gibi romanını sürdürüyor.
Benim için iyi bir edebiyat okuru öykü seven okurdur. Romanı herkes okur. Öyküye edebiyatı içeriden tanıyan biri daha yatkındır.
“Sizi çok seviyoruz, çok beğeniyoruz” cümlesini her sanatçı, her yazar duymak ister. Ama bunun bir adım sonrası benim için daha kıymetli. Başka kimleri seviyorsunuz? Beni kimlerle beraber seviyorsun? Belki yanlış seviyorsun!