Güncelleme Tarihi:
Koşu sırasında bu çukura atlayıp, hiç durmadan, öte taraftan zıplayıp çıkmanız gerekir. Aksi takdirde, bir kere durursanız, bir daha o iki - iki buçuk metrelik delikten kolay çıkamazsınız.
Nedendir bilmiyorum, TBMM bu yaz erken seçim kararı aldığı günden beri, ben kendimi İtalyan Çukuru’na düşmüş gibi hissediyorum.
Koşup hız alıyoruz, bir engeli aşıyoruz, ikinciyi atlıyoruz... derken pat diye bir çukurda buluyoruz kendimizi. Ondan sonra, delikten çıkacağım diye uğraşıp duruyoruz. Gerilip zıplıyoruz, ama duvara çarpıyoruz... Kan ter içinde, dünya bize tur bindirirken, bir engeli aşıyoruz, haydi dank, bir tane daha...
İşimiz iyi gitmiyor, belimiz bir türlü doğrulmuyor.
AKP bir engel değil hayır, Recep Tayyip Erdoğan’ın seçilmesi değil beni yıldıran. (Hatta içimin bir yanı “birileri bu rüzgârda devrildi” diye, sinsi sinsi seviniyor bile...)
AKP’nin başarısı, Cem Uzan’ın aldığı % 7’ye varan oy... Hayır, SONUÇ değil beni üzen, SEBEP.
Bir iki işimiz iyi gidiyor, bazı çağdışı yasalar kaldırılıyor, ekonomi biraz toparlanıyor... Güm! Sil baştan...
1970’lerde bir parti sevindik, 1980’lerde bir daha, 1990’larda bir daha, 2000’lerin başında bir kere daha... Her seferinde duvara çarptık. Her seferinde tökezledik.
İnanır mısınız, kırk küsur senelik hayatımda ilk defa, bu sefer, “Galiba biz bu işi beceremeyeceğiz!” endişesine kapıldım.
Demokrasiyi beceremedik. İnsan hakları da öyle. Serbest ekonomi, rezilini çıkardık. Kıbrıs, Asya’daki Türk devletleriyle ilişkiler... yüzümüze gözümüze bulaştırdık. Rüşvet, yolsuzluk, bürokrasi, kifayetsizlik, beceriksizlik...
Biz daha Cumhuriyet’i kuramadık ki, üzerine Demokrasi’yi oturtalım...
Cumhuriyet kavram ve kurumlarında bile ulusal mutabakat sağlayamadık ki.
Düşünün, bir şirket kurmuşsunuz, “şirketin hukukî şekli nedir, yönetim kurulu nasıl işler, şirket ne iş yapacak, otel mi işletecek, balıkçılık mı yapacak, müdürü kim olacak, nasıl tayin edilecek, şirketin adı ne olacak, merkezi İzmir’de mi Yozgat’ta mı...” siz ortaklarınızla daha bu konularda bile anlaşamamışsınız, bir yandan şirketi çalıştırıp, bir yandan sürekli kavga ediyorsunuz...
Galiba biz bu işi beceremeyeceğiz, belki de boşuna uğraşıyoruz...
Ve böyle kavga dövüş, ikinci sınıf bir kenar köşe ülkesi olarak, dön baba dönelim... ne öleceğiz, ne onacağız... sürüp gidecek bu ilkellik.
İpe tırmansak, duvarı aşsak... o Allah’ın belâsı İtalyan Çukuru... Her seferinde kısılıp kalacağız içinde. Karşı duvara vuracağız kafamızı sonra.
Baştan şu meseleyi bir düşünsek, bir yerlerde hata yapıyoruz düzeltsek, tartışsak, anlaşsak, gücümüzün yettiği işlere kalkışsak, doğru hedefler koysak da helâk olmasak... diyorum.
Ama kiminle tartışacağız? Daha biz, karı koca arasında, baba oğul arasında bir meselemizi konuşup halletmeyi bile öğrenemedik ki...
Neyse...
Saat beş. Odam buz gibi, karşımdaki pencereye pis bir yağmur düşüyor ve hava alacakaranlık... Belki de ondan yüreğim daraldı birden. Boğazım düğümlendi.
Sizi de daralttım herhalde. Hakkım yok keyfinizi kaçırmaya, biliyorum.
Özür diliyorum!