TÜRKAN ŞORAY BANA GICIK OLMUŞ

Güncelleme Tarihi:

TÜRKAN ŞORAY BANA GICIK OLMUŞ
Oluşturulma Tarihi: Kasım 30, 2012 11:46

Ayakları yere basan bir uçuk, oksimoronun Türkçe sözlükte karşılığı olsa, tam oraya vesikalık fotoğrafı yapıştırılası insan Nurgül Yeşilçay “Bilinçli şuuarsuzluğun” derinliğinden bildiriyor. Ünlü oyuncu ile GQ Türkiye için Ebru Çapa görüştü.

Haberin Devamı

Çırağan Oteli’nin Saraylar Bölgesi’ndeyiz. Grandiyöz lobideki şatafatlı koltuklardan birine, üzerinde bornozla çökmüş Nurgül Yeşilçay, bacak bacak üstüne atmış, ayağındaki havlu terliği sallayarak, çekim için ışığın kurulmasını bekliyor.
Bütün gün böyle geçecek: Çekim için giyip çıkardığı danteldi, deriydi, lateksti; iç giyim ünitesinden (!) hallice kıyafet ve aksesuvarların üzerine geçirdiği bornozuyla, Çırağan Sarayı’nda bir aşağı, bir yukarı dolanmakla... 
Yeşilçay, çok iyi bir oyuncu. Köy evinde de, tek göz gecekonduda da, asmalı-asmasız bilumum konakta da, sarayda da... Her neredeyse, tüm aidiyetiyle: Orada. Ha, tercih kullanmak gerekirse saray ortamı, dimağının tadına daha layık; ayrı...
ARTİST OLMASAYDIM
OTRİŞLERLE DOLAŞIRDIM
“Seviyorum şaşaayı” diyor: “Artist olmasaydım büyük ihtimal otrişlerle dolaşırdım. Artist olduğumdan kendimi saklamam gerekiyor maalesef! Sinemanın da şenlikli bir şey olması gerektiğine inanıyorum ben, karnaval olduğuna. Fellini’ye falan bayılıyorum. O sümükleri akan, sıfır makyaj gerçekçi sinema halinden sıkıldım galiba. Müzikallere ölürüm mesela. Yedi Kocalı Hürmüz’ü de öyle bulmuştum zaten. Sinema büyülü bir şey olmalı, anti gerçekçi... Kusturica’nın Underground’da yaptığı gibi, savaşı adamın birinin kıçına çiçek sokarak anlatsın bana sinema, kıçı kıç olarak görmek istemiyorum. Büyük olsun her şey: Kostümler, makyajlar, el kol hareketleri...”
O dört ayağı yere basan bir uçuk. Çekim bittikten sonra anlatmaya, uzanıp çocukluğundan başlıyor. Her ikisi de ilkokul öğretmeni ve bugün her ikisi de rahmetli olan anne ve babası Bolu’da tanıştıklarında, yine her ikisi de evli ve her ikisinin de ikişer çocuğu var.
Aşk ferman dinlemeyince, ikisi de birer çocuklarını alıp oradan göçüyorlar. Arkada bıraktıkları çocuklarını bir daha görebilmek, ne annesine ne de eski eşi intihar eden babasına nasip oluyor. Böylesi bedelleri göze almış bir aşkın mahsulü olarak dünyaya geliyor Nurgül Yeşilçay ve iki yaş küçük erkek kardeşi...
7 YAŞINDA YUKARIDAKİYLE
BİR ANLAŞMA YAPTIM
Afyon’da doğup İzmir’de, dört çocuklu memur bir ailede, uslu bir kız çocuğu olarak büyüyor: “Hiç dayak yemedim, hiç azar işitmedim, gerçi gerektirecek bir şey de yapmadım. Dört yaşındayken dört işlem, okuma yazma, her boku biliyordum. Ablalarım öğretti, onlarla oynaya oynaya yani. Her yıl okula gidip ağlıyordum, beni de alın diye, almıyorlardı. Sonunda aldıklarında birinci sınıfı okumadan ikiye geçtim.”
Yedi yaşındayken, minicik boyunu aşan bir karar alıyor: “İnsanlar hayatta fazla zorlanıyor, ben öyle olmayacağım!”
Vakitsiz bir “uyanma” hali ki dün gibi hatırlıyor. Okulda teneffüs vakti, tesadüfen okulun sokağından geçen annesini gördüğü ama farklı bir gözle gördüğü gün: “Baktım, omuzları çökük, başka bir kadın, hiç anneme benzemiyor. Memursun, bir çocuğun derdi bitiyor, öbürününki başlıyor. Devamlı hayat gailesi, devamlı bir şey... O kadar üzüldüm ki anneme o an, o zaman yukarıdakiyle anlaşma yaptığımı biliyorum.”
Oyuncu olmak, o sırada yaptığı anlaşma dahilinde bir şey değil ama. Oyunculuk aklının ucundan bile geçmiyor o sırada. İlkokulda resim ödülleri almış, devamlı bir şeyler çizen bir çocuk olduğu için kendi de dahil herkes ressam olacağını sanıyor.
TİYATROCU BİR
OĞLANA AKLI KAYINCA
Öyle hemencecik geçen bir heves de değil bu. Lisede okurken bir ressamın yanına çırak yazılıyor. Serigrafi yapıp, natürmort çizip, model olup poz verip, fırça seçip, tuval hazırlayıp, bakkala gidip ustasının rakısını alıyor. Gel gör ki üniversiteye yakın, tiyatrocu bir oğlana aklı kayınca, sırf ona yaransın, oturup konuşacak iki çift lafları olsun diye, tiyatro okumaya karar veriyor.
Eskişehir Anadolu Üniversitesi Tiyatro Bölümü’ne girdikten sonra çocuğu hatırlamıyor bile: “Tiyatro bölümüne girdiğimde hiçbir bilincim yoktu. Stanislavski kimdir bilmezdim, hiç oyun moyun okumamıştım, aman aman tiyatroya da gitmiyordum. Sinema oyunculuğu bölümü olsaydı, ona gidebilirdim. Hiçbir zaman tiyatro oyuncusu olmayı istemedim. Tiyatronun üstün sanat olduğuna falan da inanmıyorum.”
TÜRKAN ŞORAY BAŞTA BANA GICIK OLMUŞ
Eskişehir’de üniversite okuduğu dönem, İstanbul’da çalışmaya başlıyor. Çalışmak derken: “İkinci Bahar”... Bugün TV klasiği olarak addedilen, Uğur Yücel yönetmenliğindeki Yavuz Turgul projesi. Başrollerde Şener Şen, Türkan Şoray ve ötesi de akıllara ziyan bir kadro.
“Türkan Şoray başta bana gıcık olmuş” diye hatırlıyor gülerek: “Uğur Yücel’in Yeşil Kabare’sinde okuma provasındayız. Ben orada bir öğrenciyim, bir de patavatsızım ya, iyi bir şey diyeyim derken kötü bir şey söyleyip batmamak için kısa kısa cevaplar veriyorum. Ezik görünmeyeyim diye aşırı da cool davranıyorum, çok eziğim çünkü! Tamamen korkudan, böyle gayet arabesk düşünürken, kibir gibi algılanmış o. Tanıdıktan sonra çok sevdik birbirimizi ama başta ne bu kızın hali diye hiç anlamamış. Benim için çok zordu. Çok hızlı gelişti her şey. ‘İkinci Bahar’ bittikten sonra, bütün projeleri reddedip okulu bitirdim. Okul bitince ‘Şellale’ filmini yaptım, İzmir’e gittim. Nasılsa gerisi gelir zannediyorum, tık yok.”
Tam paniğe kapılacakken, Abdullah Oğuz’dan aldığı teklifle ‘90-60-90’ dizisinin kadrosuna katılıyor. Reytingden yana nasipsiz dizi, kısa sürede yayından kalkıyor. Olanda hayır var. Ardından gelen ‘Asmalı Konak’, Nurgül Yeşilçay’ı başka bir sıklete değil, ayrı bir boyuta taşıyor.
BENİM PSİKOLOGLARLA
ARAM PEK HOŞ DEĞİL
80 share’lik bir fenomenden bahsediyoruz; dizinin çekildiği Kapadokya’ya şehir dışından gelen seyircilerin, setin kurulu olduğu konağın merdiven korkuluklarına yatırmışçasına dilek çaputları bağladığı, garip ötesi bir halden: “Asmalı Konak döneminde bir ara hepimizin şakulü şaştı. Bir psikoloğa gideyim, madem böyle bir dönem yaşıyorum, bunu sağlıklı atlatmak istiyorum dedim. O zaman anladım ki benim psikologlarla aram hoş değil. Adam bana yerdeki halıyı soruyor: Halıya bak, geriye git, geriye git... Öyle olunca ben başladım adama oynamaya: Babam eve halı almıştı, sonra annemi dövmüştü falan deyip salya sümük ağlıyorum. Ağlayasım varmış, kendime bahane buluyorum. Ne yaparsam yapayım, adamı tatmin edemedim. Sonra çıkınca, bu ne ya dedim, ben kendi kendimi tedavi ederim... Ama o dönem korktum gerçekten kendimden. Öngörü olarak korkuyorsun çünkü setten parmağını çıkarıyorsun, millet çığlık çığlığa, Michael Jackson’ız sanki. Kendini bir halt sanıyorsun. Dizi bittikten üç ay sonra unutulunca geçti tabii.”
ASLINDA ÖLÜMCÜL
HATALAR DA YAPTIM
Öylesi bir dönemde, ayrı türden bir fenomen olan, Türk sinema tarihinde adı “Dünyayı Kurtaran Adam” gibi filmlerle birlikte anılan “Mumya Firarda”yı çekiyor: “Düşününce, aslında ölümcül hatalar da yaptım yani. Ama hepsine salakça inandığım için, yaptığım her işi de çok sevdim. Ondan sonra ‘Eğreti Gelin’ tabii çok önemliydi benim için. Atıf Yılmaz’la tanışınca sinema yönetmeni neymiş, anladım. Ben yönetmen seven bir oyuncuyum. Fatih Akın’ı (Yaşamın Kıyısında), Barış Pirhasan’ı (Adem’in Trenleri), Erden Kıral’ı (Vicdan), Ezel Akay’ı (Yedi Kocalı Hürmüz) hep çok sevdim.”
Bunların üzerine pırlanta gibi bir sinema ve elmas mı demeli, bir dizi tarihçesi var. Son dizisi ‘Sultan’, reyting alamadığı için yayından kalktı gerçi. Vahşiden öte vulgar bir manzara arz ediyor televizyon hali şimdi. “Çünkü internetin de işin içine girmesiyle birlikte reklam pastası bölünüyor” diyor: “Asmalı Konak’ın popüler olduğu dönemde 80 share almıştık biz. Öyle bir şey yok artık. En iyi dizide de yok. Çünkü artık insanlar internetten de izliyor, durdurup ertesi gün de izliyor, kaydedip de izliyor. Onu dahil edecek bir sistemin içine girmek zorundalar. Bakmak lazım yani, ne oluyor, ne bitiyor diye.”
BENDE SAFTİRİK
BİR TARAF VARDIR
Ne olacak peki? “Bende bir saftirik taraf vardır” diyor. Kaderci bir insan: “Bazen fazla iyimser oluyorum, iş konusunda da, bir insan konusunda da. Ama şuna da inanıyorum, bence başına gelecek her şeyi zaten biliyorsun. Zorluyorsun, zorluyorsun, sonra da başına geliyor. Birisinden sana zarar geleceğini biliyorsun mesela, bile bile lades diyorsun. Ya bir boşluğunu dolduruyordur o sırada, ya onda huzur buluyorsundur. Bazen yalnızsındır, o sırada iyi geliyordur ama biliyorsundur ileride ondan kazık yiyeceğini. Aslında bu da bir alışveriş, çok da acı bir şey değil yani. Bir yandan da düşünüyorum, gözlemden yana cebimi doldurmaya mı çalışıyorum, herkesle çıkar ilişkisi mi yaşıyorum diye... Bazı insanları sırf enteresan olduğu için sevebiliyorum. Karakter seviyorum ben, gerçek marjinalleri çok seviyorum. Ama öyle aman da saçımı maviye boyadım diye kendini enteresan zannedenleri değil. Hakikaten rüzgara karşı duranlara büyük ilgim var. Böyle roller oynamayı da çok seviyorum, belki bana daha yakın bulduğum için. Mıymıy tipleri oynamaktan zevk almıyorum.”
Allah mıylatmasın...

Haberin Devamı

KUTU
----
BEN TEŞHİSİ KONMAMIŞ
OBSESİF KOMPÜLSİFİM
Nurgül Yeşilçay, çekim boyunca ne isteniyorsa, kasım ayazında iç çamaşırıyla pencere pervazına tırmanmak dahil, ikiletmeden, mükemmel bir beceriyle yapıyor, sonra da kendiyle dalga geçiyor: “Ben teşhisi konulmuş obsesif kompülsifim, işime yansıtıyorum bunu Allah’tan. Eğer böyle değerlendiremeseydim, hayatta işim daha zor olabilirdi. Bana bir sorumluluk ver, dön arkanı git. Başka türlüsünü beceremiyorum.”

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!