Güncelleme Tarihi:
Antalya Belek'de Türk Girişimsel Radyoloji Derneği tarafından düzenlenen 9.Girişimsel Radyoloji Yıllık toplantısında kanser tedavileri ile ilgili bilgi veren Türk Girişimsel Radyoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Mehmet Halil Öztürk, farklı girişimsel radyolojik işlemlerin kanserle olan mücadelede çok önem kazanmaya başladığını, bunların en önemlilerinin tümöre ciltten ulaşılarak yapılan yakma işlemleri ve tümöre damar içinden ulaşılarak yapılan tedaviler olduğunu belirtti.
Tümör yakma işlemleri, çok büyük boyuta ulaşmamış tümörlerde cerrahi çıkarmaya benzer oranlarda kanseri ortadan kaldırabilen tedaviler olduğunu belirten Prof. Dr. Mehmet Halil Öztürk, şöyle konuştu: “Tedavi edici nonvasküler (damar dışı organlarla ilgili) girişimsel radyolojik uygulamalar, değişik anatomik bölgelere ve hastalıklara göre çok çeşitli olup, abse/kist tedavileri gibi sıvı drenajlarını, böbrek veya safra kanallarına yönelik katater girişimlerini, radyofrekans veya mikrodalga ablasyon gibi tümör yakma işlemlerini içermektedir. Abse veya kist gibi hastalıklı sıvı toplanmaları görüntüleme eşliğinde özel iğneler ile cilde geçilerek ve buralara kateter yerleştirerek boşaltılıp tedavi edilebilirler. Bu yöntemle böbrek kistleri, kist hidatik gibi bir zamanlar ancak cerrahi yöntemlerle tedavi edilebilen hastalıklar, kolaylıkla ortadan kaldırılabilmektedir.”
ÖZELLİKLE KARACİĞER TÜMÖRLERİNDE ETKİLİ
Öztürk, tümörlerde radyofrekans veya mikrodalga enerjileri bir iğne ile hastalıklı bölgeye, görüntüleme eşliğinde iletilerek yüksek ısı oluşturulup tümörü yakılarak ortadan kaldırıldığını bildirdi. Kanser dokusu bu ısı ile tahrip edildikten sonra iğnenin çıkarıldığını anlatan Prof. Dr. Mehmet Halil Öztürk, şunları söyledi: "Bütün bu işlemler hasta açık ameliyata gitmeden, 1-2 günlük hastane yatış süresi ile gerçekleştirilir ve hastalar işlem sonrası günlük hayatına kısa sürede geri dönebilir. Bu yöntem en çok karaciğer tümörlerinin tedavisinde kullanılmaktadır. Bununla birlikte potansiyel olarak bir çok tümörde kullanılabilecek bir yöntemdir. Bu tedavi hipertermi tedavisi olarak bahsedilen ısıyla tedavi işleminde farklıdır. Hipertermi tedavisinde vücudun tümü veya bir kısmı 40-42 °C ısıtılarak kanser hücrelerinin zayıflaması, hasarlanması amacıyla yapılır, kemoterapi ve radyoterapi gibi tedavileri tamamlayıcı bir yardımcı tedavi yöntemidir. Tek başına tümörü öldürme yeteneğine sahip değildir.
TÜMÖRLERİN YÜZDE 90'INI YOK ETMEK MÜMKÜN
Ancak, radyofrekans veya mikrodalga yöntemlerinde vücut veya vücudun bir parçası değil direkt olarak tümörün kendisinin yok edilmesi hedeflenir ve ısıtma işlemi değil 60-100 °C sıcaklık ile yakma işlemi uygulanır. Bu tedavi yöntemi ilk olarak 1990 yıllarda hastalarda uygulanmaya başlanmıştır ancak son 10-15 yıldır sıklığı gittikçe artan oranda ülkemizde yapılmaktadır. Bu tedavi yöntemi uygun hasta grubunda kullanıldığında tümörlerin yaklaşık yüzde 90’ının yakılabildiği ortaya konmuş olup hastaların 5 yıllık sağ kalım oranları da yüzde 65’e varabilmektedir.”
KEMOTERAPİYE GÖRE DAHA ETKİLİ, YAN ETKİSİ DAHA AZ TEDAVİ
Girişimsel radyologların kanser tedavisinde uyguladıkları diğer bir işlemin ise kemoembolizasyon olduğunu ifade eden Prof. Dr. Mehmet Halil Öztürk, bu işlemde yine karaciğer tümörlerinde (karaciğerin kendi tümörleri veya karaciğere metastaz yapmış diğer organ tümörlerinde) uygulanmakta olup, anjiyografik yolla karaciğerde tümörü besleyen damara ulaşıldığını, ilgili kanser ilacının (kemoterapötik ajan) direk tümör dokusunun içine enjekte edildiğini belirterek, “Ancak burada gerçekleştirilen sadece tümör içine doğrudan ilaç vermek değildir” dedi. İlacın bazı özel mikrokürelere yüklenerek verildiğini, ilaç yüklenmiş bu mikrokürelerden daha sonra düzenli bir ilaç salınımı olduğunu bildiren Prof. Dr. Öztürk, şunları kaydetti: ”Bu sayede sürekli ve yüksek ilaç konsantrasyonuna sahip tümör içi kemoterapi elde edilmiş olur. Diğer yandan mikroküreler tıkayıcı etkisiyle tümörde beslenme bozukluğu yaparak tedaviye katkı sağlar. Bu yöntemle direk tümör içine ilaç verildiğinden, çok daha iyi bir etki elde edilirken, yan etkiler de yine aynı nedenle çok daha az olmaktadır. Sistemik kemoterapide kemoterapötik ilaçlar sistemik dolaşıma verilir ve tümör hücrelerinin yanı sıra normal dokulara da zarar verebilmektedir. Bu yüzden sistemik kemoterapi alan hastalarda gelişen yan etkiler oldukça fazladır ve bazen bu yan etkilerden dolayı hasta tedaviyi kendi isteğiyle sonlandırabilmektedir. Yine sistemik kemoterapinin kür adı verilen belli aralıklarla birden fazla seansta yapılması gerekliliği mevcuttur ve bu süreç haftalar alabilir. Buna karşın kemoembolizasyon işlemi birkaç saat içerisinde tamamlanan bir tedavi yöntemidir ve sadece tümörü besleyen atardamar sistemine uygulandığı için sistemik yan etkileri söz konusu değildir. Bu yüzden hasta açısından hem etkin hem de konforlu bir tedavi yöntemi olarak anılmaktadır.”
Kemoembolizasyona benzer yeni gelişmiş bir diğer tedavinin de radyoembolizasyon olduğunu söyleyen Türk Girişimsel Radyoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Öztürk, sözlerini şöyle tamamladı: “Buradaki sistem de kemoembolizasyona benzer. Ancak, burada kullanılan mikrokürelere ilaç değil radyoaktif maddeler yüklenmiştir. Bu sayede doğrudan tümör içine radyoterapi uygulanmaktadır. Bu yöntemin de direk tümör içi uygulama nedeniyle daha yüksek cevap avantajı mevcuttur. Yine direk tümör içi sayesinde radyoterapinin diğer organ hasarları en aza indirgenmektedir.”