Güncelleme Tarihi:
Martıları görmüyorum ama oturduğum kahvenin güneşli terasına dek geliyor çığlıkları. Deauville ile Trouville’i birbirinden ayıran ırmağın Manş Denizi’ne döküldügü yerde, dalgakıranın ucundaki fenerin ışığıyla sarhoş, yelken direklerinin arasında kanat çırpıyor olmalılar. Belki de kayalıklara dalış yapıyorlardır sivri gagalarıyla. Okyanusun çekilirken geride bıraktığı kabuklu deniz hayvanlarını avlamak için. Ya da pazarda sergilenen allı pullu, kırmızı gözlü o kocaman balıklara, yengeç, karides ve ıstakozlara saldırmak için. Aç martıların kanat vuruşlarıyla anılar da fırdönmeye başlıyor belleğimde. İlk Normandiya yolculuğumu anımsıyorum. Le Havre’a dek uzayıp giden bu geniş kumsal, derin gökyüzü ve rüzgârda savrulan beyaz, pembe, mor bulutlar da tıpkı martılar gibi gerçekte bana görünmeden girmişti hayatıma. Daha doğrusu hayal dünyama. Önce ses sonra görüntü olarak, bir film karesi biçiminde. Yıllarca önce Paris’in avuç içi kadar sinemalarından birinde.
FİLMLE GERÇEK ARASINDA
Galatasaray Lisesi’nde öğrenciydim. Annemi ziyaret etmek için gelmistim Paris’e. Sonradan demir atacağım “ışıklar kenti”ni ilk kez görüyordum. Ağustos sıcağından bir sinemanın loşluğuna sığındığımda perdede martılar vardı. Kumsalda dönüp duruyorlardı bir alçalıp bir yükselerek. Derken bir köpek girdi görüntüye. Ardından da bir adam ve bir kadın. Kadın esmer, beyaz tenli, uzun saçlı, uzun boyluydu. Çok güzel ve kederliydi. Adamsa neşeli ve kendinden emin. Köpek uçarı adımlarla gidip geliyordu aralarında, martılara havlıyor, sevinçle sıçrayıp duruyordu. Claude Lelouch’un o yıl Cannes’da Altın Palmiye Ödülü’nü alan Bir Adam ve Bir Kadın filminin görüntüleriyle büyülenmiş, ertesi gün bir trene binip soluğu Deauville’de almıştım. Amacım o adamla (Jean-Louis Trintignant) o kadının (Anouk Aimée) yaşadıkları bir gecelik aşkın coğrafyasını yakından görmekti. Kumsal şimdiki gibi kalabalık değildi yanlış anımsamıyorsam, gökyüzünde de böyle binbir çeşit, rengârenk uçurtmalar yoktu. Martılar vardı ama. Bugünkü gibi çığlık çığlığaydılar.
40 yıldan fazla zaman geçmiş aradan. Şimdi, yıllar sonra, nice yolculuklardan, aşklardan, Copacabana da dahil yolumun düştüğü nice kumsallardan sonra aynı mekâna dönmek tuhaf bir duygu karmaşasına yol açıyor. Biraz keder, biraz nostalji, bir hayli de yalnızlık. Çok sevdikleri, yitirdikten sonra bile unutamadıkları eşlerinin hâlâ kanayan yarasına rağmen, birlikte geçirdikleri gecenin sabahında ayrılmaya karar veren o adamla kadının serüveni mutlu sonla noktalanıyordu. Otomobil yarışçısı erkek ölümü göze alarak, hatta ölümle yarışarak arabasını sürüp, Deauville’den Paris’e trenle dönen kadını Saint-Lazare garının peronunda karşılıyordu. Seviştikleri gecenin sabahında birbirlerini görmeme kararı almışlar, telefon ya da adreslerini değişmemişler, yine de gözüpek erkeğin özgüveni ve kararlılığı sayesinde (buna sevda, hatta yıldırım aşkı da diyebilirsiniz) birbirlerinden kopamadıkları için sonunda kavuşmuşlardı. Touques Irmağı’na, savaşta Belçikalı askerlerin kahramanca savundukları köprüye rağmen aynı kaderi paylaşan, karşı be karşı birbirlerini seyreyleyen, yapışık ikizler misali halleşip kaynaşmış Deauville ile Trouville gibi.
LİSE ÖĞRENCİSİNİN BAŞINI DÖNDÜREN ELİSA
Oturduğum yerden Casino’nun tam karşısında, arkasını ırmağa, bakışlarını Trouville’in tepeye doğru tırmanan dar yokuşlarına çevirmiş Flaubert’in heykelini görüyorum. Üstad olanca heybetiyle uzun mantosuna sarılmış ayakta duruyor. Rüzgâra ve okyanusa meydan okur gibi. Madame Bovary’nin yazarı pala bıyıkları, yarı kel başıyla eril bir duruş sergilemekte. Oysa bu kente ilk geldiğinde 15 yaşındaydı henüz. Duygusal, hayalperest, çekingendi. Arkadaşlarının deyimiyle “bir Yunanlı atlet kadar gürbüz ve yakışıklıydı.” Heykelin kaidesindeki yazıda belirtildiği gibi ilk aşkın, ilk acının, ilk ayrılığın ürpertisini burada, kumsalla denizin sarmaş dolaş olduğu bu cografyada yaşayacaktı. Ailesiyle birlikte Rouen’dan yola çıkıp bu balıkçı köyüne güç belâ gelebilmiş, çamurlu yollarda bata çıka yürüyerek o zamanın koşullarına göre Trouville’in en konforlu oteli Agneau d’Or’a postu sermişti. Kumsalda uzun mayolarıyla dolaşan erkekler, denize giysileriyle giren kadınlar vardı. Genç Flaubert kendisinden yaşça büyük Elisa’yı, müzik editörü Maurice Schlésinger’in eşi olan 25’inin baharındaki bu güzel kadını, yarı çıplak tenine yapışan etekliğiyle ilk kez bu kumsalda görecek, bir daha da hayatının sonuna dek unutamayacak, yıllar sonra, ölümüne yakın Trouville’e döndüğünde gençlik aşkının ve yeniyetmelik yıllarının özlemiyle “Basit Bir Yürek” adlı öyküsünü yazacaktı. Bu öyküdeki kadın kahraman Felicité bir hizmetçidir aslında, hayatına hiçbir erkek girmemistir. Oysa Flaubert henüz ergenlik çağında kaleme aldığı bir başka öyküsünde şöyle söz eder sevdiği kadından, yani Elisa’dan: “Onu her sabah denize girerken seyrediyordum. Gövdesini örten ıslak giysilerinin altından görünen hatlarını, kalbinin atışını, göğsünün kabarışını farkediyordum. Denizden çıkıp da yanımdan geçerken giysilerinden damlayan suyun sesini duyuyordum. Kalbim çatlayacakmış gibi çarpıyordu.(...) O böyle yarı çıplak yürürken bir dalga kokusu yayılıyordu çevreye. Sağır ve kör olsaydım bile varlığını farkedebilirdim.”
Bu satırları yazdığında lise öğrencisidir Flaubert, abayı yaktığı kadını düşünmekten, her gece onun hayaliyle uyumaktan pusulayı hepten şaşırmış, bir bakıma gerçekten kör ve sağır olmuştur. Trouville’in güzelliğini, eşsiz doğasını görüp okurlarına da gösterebilmesi için aradan yıllar geçmesi, yaşlanıp olgunlaşması gerekecektir. Ve günün birinde buraya, ilk aşkın coğrafyasına geri dönmesi.
IŞIKLA YIKANAN OKYANUS
Ardında, birkaç aşkı ve arkadaşı saymazsak, yalnız yaşanmış, genelevlerle küçük bir Normandiya kasabasında, Seine Nehri’ne bakan çalışma odasının darmadağın elyazmaları arasında tüketilmiş bir hayat vardır. O zamanki adıyla Constantinople da dahil gereğinden fazla sürmüş bir Ortadoğu yolculuğu ve Maxime du Camp, Zola, Goncort Kardeşler ve yeğeni Guy de Maupassant’la kurulan dostluklar. Ve, gerçek değeri tümüyle anlaşılmamış olmakla birlikte uykusuz gecelere, sinir nöbetlerine, her cümlesi alın terine malolmuş yazınsal bir yapıt. Bir anıt! Madame Bovary kadar ilgi çekmemiş, gürültü koparmamış olsalar da her biri yazarın o benzersiz, kılı kırk yaran üslûbunu, hayal gücünü, belge merakıyla gerçeklik kaygısını yansıtan kitaplar. Salammbo, Duygusal Eğitim, Aziz Antoine’ın Şeytana Kanması. Ama herkes tarafından kolayca okunup sevilecek, ölümünden sonra eleştirmenlerce başyapıt ilan edilecek kitabı Üç Öykü‘yü yazmamıştır henüz. Bu kitabı yazabilmesi için buraya dönmesi, ergenlik çağındaki gibi bu kumsalda hayallere dalması, manzarayla başbaşa kalması gerekecektir. “Basit Bir Yürek”de yazarın varoluşunu belirleyen, doğayla bütünleşmesine, uzağın çağrısına kapılmasına yol açan Trouville kumsalının betimlemelerini buluruz. Yalın, düz, en çarpıcı görünümüyle: “Hemen her zaman Deauville’i solda, Le Havre’ı sağda bırakan bir çayırda, denize karşı dinleniliyordu. Okyanus güneş içindeydi, ayna gibi kaygan, düz ve parlaktı. Öylesine yumuşak bir görünüsü vardı ki, fısıltısı belli belirsiz duyuluyordu. Serçeler cıvıldıyor, yukarda gök kubbe tüm manzaraya hakimdi.”
İste böyle bir ortamda, kuduran okyanusun kumsala saldırmadığı yaz günlerinde aşık olur genç Gustave Flaubert, bir daha da iflâh olmaz. Hiç evlenmeden son bulur hayatı. Ama Trouville kumsalında duyumsadıklarını, kurduğu hayalleri de ölene dek unutmaz.
Normadiya kumsallarında yaşanan tutkulu aşkları, bir gecelik sevişmelerle kara sevdaları, giderek kadere dönüşen beraberlikleri anlatmak değildi amacım. Yazın eli kulağında ya, Deauville ile Trouville’den söz ederken yaz aşklarını da dile getirmek istedim o kadar.
BALIKÇI KÖYÜYDÜ, AMERİKALI ZENGİNLERİN GÖZDESİ OLDU
Trouville 19’uncu yüzyıl başlarında sırtını Manş denizine bakan yemyeşil yamaçlara dayamış, kendi halinde bir balıkçı köyüymüş, Deauville ise kum tepeleriyle bataklıklardan ibaret bir kıyı parçası. Derken Deauville 3’üncü Napoléon’un üvey kardeşi Auguste de Morny tarafından, ikizi Trouville ise yine aynı yıllarda ressam Charles Mozin tarafından keşfedildikten sonra sanatçı ve yazarların, derken tatil kalabalığının hücumuna uğramış. Monet’den Boudin’e, Flaubert’den Proust’a kimler uğramamış ki bu küçük kıyı kasabalarına. Deauville, bugün Amerikalı zenginlerin gözdesi; görkemli bahçeli villalar, şık dükkânlar, marinaya demirleyen yatlarla yatıp kalkanların kenti görünümünde. Amerikan Film Festivali’ne ev sahipliği yapıyor. Geçen hafta Nicolas Sarkozy’nin başkanlığında dünyanın en zengin sekiz ülkesinin yöneticilerini ağırladı. Trouville ise daha alçak gönüllü, biraz daha sakin. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra inşa edilen beton yapıları saymazsak Normandiya kıyı kentlerinin geleneksel mimari dokusunu koruyor. Ahşap balkonlu, tahta kirişli evleri, devasa arduvaz çatılarıyla dikkat çekiyor. Touques Irmağı’nın sağ yakasından başlayan geniş kumsalı, bir zamanlar her yaz buraya gelen Marcel Proust’un deyimiyle “çiçek açan genç kızlar”ın ve tatil kalabalığının piyasaya çıktığı ünlü Promenade’ıyla göz kamaştırıyor. Güzel havalarda uçurtmalar salınıyor gökyüzünde. Aralarında ejder suretinde olanlar da var, spermalar gibi boşluga rengârenk saçılanlar da.