Güncelleme Tarihi:
"Sayru" adında meczup bir başkahraman ve onun kaleme aldığı yedi defterden oluşan bir kurgu...
Geçmişe gömemediği saplantılarını ve entelektüel sayıklamalarını yazan, kendisiyle, toplumla ve tarihle hesaplaşmaya çalışırken aklına mukayyet olamayan Sayru, her defterin sonunda bir tedavi sürecine giriyor, evine geri dönünce yeni bir deftere başlıyor...
Sayru, kelime anlamı “hastalıklı”...
Evet, hatta ilk kullanımı “saçmalayan kişi” manasındaymış.
Toplum mu “hasta” etti Sayru’yu?
Elbette, bugünkü toplumun şartları onu hasta eden... Her şeyin bu kadar sıradanlaşması, duygusuz insanlar ordusu yaratıyor. Televizyonu açıyorsunuz; sonsuz acı verecek haberlerin ardından kahkahalar atan insanlar ekrana çıkıyor. Bu, başlı başına şizoid bir roman sahnesidir. Ayrıca, Sayru bir roman kişisi olduğu kadar, toplumun da bir kesiminin temsilcisi. Kenara itilmiş, geride kalmak zorunda kalmış, insanlar tarafından anlaşılmamış, ciddiye alınmamış, moda tabirle “tutunamamış” kişileri temsil ediyor.
“YAYIN DÜNYASININ TEK GAYESİ KAZANÇ”
Sayru yazar olarak tutunamamış bir insan... Önceki romanınızda “edebi kıymetler yalanı”ndan söz etmiştiniz. Bu kitapta da, Sayru’nun sözleriyle, yayın dünyası eleştirisi devam ediyor.
Son yıllarda Türkiye’de, hatta belki de tüm dünyada meydana gelen hadise; edebiyat alanında sadece “satmak” amacının önemli hale gelmesi. Dünyada bunun karşı cephesi de var ama bizde bu cephe tamamen kayboldu. Bunun zaman içinde çok ağır bir ödentisi olacağını düşünüyorum. Belki şimdiye dek Türkiye’de hiçbir zaman edebi değeri yüksek kitaplar çok okunmadı ama önleri açıktı, bir ufuktu o kitaplar. Bugün o ufuk daraltılıyor, değerli eserlerin yolları git gide tıkanıyor. Tek gayenin kazanç olması çok yıpratıcı.
Bu politikayı güden yayınevleri uzun vadede marka değerini yitirmez mi?
Bu da düşünülmesi gereken bir konu. Böyle bir yayıncılık anlayışı sonsuza dek süremez. Sürekli yeni yazar veya yazar adı altında birileri ortaya çıkartılmaya çalışılacak. Yayınevlerinin bu politikasının uzun vadede kalıcı olması çok zor.
Bir de blogger yazarlar var şimdi...
Evet, ileride daha da çoğalacaktır bunlar. Bana oldukça garip geliyor.
Her şey çok kolay, “yazarlık” da…
Çağ, kolaycılığa zorluyor. Hiçbir şeyin kalıcı olmasına izin vermeyen, insan ilişkilerinin bile gelip geçici, tüketici hatta israf edici olduğu bir çağ.
“CÜNEYT ARKIN’IN BAŞINA GELMİŞTİ”
Romanda, Sayru’nun Cahide’ye duyduğu karşılıksız, can yakıcı, dahası küçük düşüren aşkı konu ediliyor. Sizin yaşamınızda buna benzer bir yaşanmışlık oldu mu?
Oldu tabii. Gerçek yaşamımdaki bazı izdüşümleri o Sayru-Cahide ilişkisine yansıdı. Çok zor bir aşk bu. İnsanlar idollere karşı bir aşk duyarlar. Bir aktöre, aktrise... Sadece kendimden değil, başkalarının yaşantılarından da etkilendim. Hatırlıyorum yıllar önce, benim asistanlık yaptığı film setinde bir genç kız, Cüneyt Arkın’a âşık olmuştu. Ünlü oyuncu, büyük bir incelikle kıza, kendisine değil, onun imajına yani beyazperdede gördüğü aktör Cüneyt Arkın’a âşık olduğunu uzun uzun anlatmaya çalışmıştı. O umutsuz genç kız ne kadar anlamıştı bilemiyorum tabii. Cüneyt Arkın son derece iyi kalpli davranmıştı ama yine de duydukları genç kıza çok dokunmuştu, gözleri dolmuştu.
Mel’un sanat tarihine dair bilgilerle dolu. Kitaptaki başkahramanın defterleri kurmaca ama sizin tarih notları tuttuğunuz gerçek bir defter var sanırım?
Evet. Sadece bu kitap için değil, yıllardır biriktirdiğim notlar var. Uzun süreli okumalar sonucundaki notlamalar… Ayrıca, bir kişinin hangi tarihte ne dediği gibi notlar da aldım. Kitap oluşturabilecek bir yapıda değiller, romanlarımın içinde kullanabiliyorum bu bilgileri.
"FARKLI BİR ŞEY YAZAYIM DİYE YOLA ÇIKMADIM AMA..."
Bu romanda dil olarak da farklı bir Selim İleri var; okurlarınızın alışık olmadığı, küfürlü bir dil...
Romanın içeriği bunu gerektirdiği için, bu sefer böyle bir dil kullandım. Sayru’nun iç dünyasındaki yaşanmamışlıklar, bastırılmışlıklar bu taşkınlıkları beraberinde getiriyor. Farklı bir şey yazayım diye yola çıkmadım ama bu seferki roman kahramanı bunu gerektirdi.
581 sayfalık bir başyapıtta, nadir de olsa, kuvvetli cinsel birleşme betimlemeleri var... Selim İleri, günümüzde seks yazarak prim yapan yazarlara bir gönderme yapmış; küçük örneklerle, “öyle değil böyle yazılır, çok da kolaydır” demek istemiş olabilir mi?
Kesinlikle çok haklısınız. Fevkalade yüksek edebi boyutta bir saptama yapmışsınız, gayemde bu dediğiniz de vardı elbette. Hatta bir yerde, böyle şeyler yazdıktan sonra “Güzel oldu bu, yelloz editörler beğenecek” diyor Sayru.
"TÜRKİYE'DE HER ŞEY OLAY OLSUN İSTENİYOR"
Sayru oldukça sivridilli. Yayın dünyasının eşik bekçilerine “yellozlar”, “etkafalar” diye sövüyor. Bununla da yetinmiyor, tarihe mâl olmuş Tevfik Fikret, Muhsin Ertuğrul, Kanuni Sultan Süleyman gibi birçok kişiliğe de sert eleştiriler getiriyor...
Kitabın bu yönü çok yazıldı. Ama Sayru’nun bu sözleri yeni değil, daha önce başka kişilerce de yazılmıştı, söylenmişti. Örneğin, Muhsin Ertuğrul’un iyi bir sinemacı olmadığı, yaptıklarının kötü adaptasyonlardan öteye geçmediği, 50’lerde, 60’larda konuşuluyordu. Türkiye’de yeni bir dönem yaşanıyor, her şey olay olsun isteniyor. Onun getirdiği bir saplantıyla öne çıkarttılar kitabın bu kısımlarını.
Ama yayın dünyasına sizin kadar sert eleştiri getiren başka bir yazar anımsamıyorum.
Evet, bu tür yayın dünyasına yönelik eleştiriler pek yazılmadı şimdiye kadar. Ancak yayın politikalarındaki bu değişim yeni, belki başkaları da yazar yarın öbür gün. 90’lara kadar, iyi bir şairin kitabını basmak, satmasa bile bir onurdu. Misal, Yapı Kredi gibi bir yayınevi olmasa, Enis Batur gibi bir insan çıkıp klasiklerimizi korumak için bir planlama yapmamış olsa, edebiyatımızda geçmişin izleri iyice silinirdi herhalde.
“BUGÜN OKUR SADECE DAYATILANLARI YANİ SATIŞ YAZARLARINI OKUYOR”
Sayru okurlar için de “ahmaklar” diyor. “Büyük kitlelerin beğenisi”nin ön plana çıkartılmasını eleştiriyor. Sitemi var okurlara.
Sitemi var tabii, bir kere kendisi hiçbir kitabını bastırtamamış. Ama işe yaramayacak bu sitem. Adalet Ağaoğlu’nun hiç unutamadığım bir cümlesi var: “Her şey olması gerektiği gibi oluyor” diye yazmıştır. Türkiye’de de her şey olması gerektiği gibi olmaya devam edecek ancak illaki bir doyma noktasına gelinecek. O noktadan sonra, başka bir açılım olacak. Bugünkü okurun, okurluk vasfı çok düşük elbette, sadece kendisine dayatılanı, satış yazarlarını okuyor. Geçmişte okur, bir kitabı niye aldığını veya niye almadığını bilinçli bir biçimde değerlendirebilecek düzeydeydi.
“ALLAH KELİMESİNİ KULLANMAMA HASTALIĞI”
Romanda değinilen bir başka konu, bir ölünün ardından ne deneceğinde bile ortak bir dile sahip olamamamız. Yeni moda, ölünün ardından “Işıklar içinde uyusun” demek. Kısa bir süre öncesine kadar yoktu bu deyiş. Nereden çıktı bir anda?
Allah kelimesini kullanmama hastalığı! Çok acı bir şey tabii. Yaşadığı toplumun inançlarını zararlı görme saplantısı. “Işıklar içinde uyusun”, isteyen bunu da söylesin ölünün ardından ama benim vurgulamak istediğim sorun, toplumdaki çekişme ortamı yaratma hastalığı. Yahya Kemal’in çok güzel bir sözü vardır. Belli bir medeniyet seviyesine erişmiş insanlar arasındaki dil, din, inanç farkları artık çok mühim bir şey ifade etmez, demiştir. Bizde ise hâlâ, en yüksek seviyede bile ikilikler karşımıza çıkıyor. Sağ olsun, sol olsun, bugün “Alın birini vurun ötekine” noktasına gelinmiş durumda.
“MUHAFAZAKÂRLARIN ‘MUHAFAZA ETMEMESİ’ OLDUKÇA DÜŞÜNDÜRÜCÜ”
Sayru eski bir köprüyü arıyor ve sonunda “yerinde yeller estiğini” görüyor. O zaman, “Mazi bir gün sadece benim yazdıklarımda kalacak” diye söyleniyor... İstanbul inanılmaz bir hızla değişiyor, maziden geriye hiçbir şey kalmayacak gibi. Bir yazar olarak, kentsel dönüşümü nasıl karşılıyorsunuz?
Önü alınamaz bir değişim bu. Başlangıcı 1910’lara kadar dayanır. Kültürümüzden geriye çok az şey kalacak. Yeni bir şehir oluyor İstanbul. Eğri mi doğru mu, onu zamanla göreceğiz, ama geçmişine bu kadar bağlı olan, muhafazakâr bir kitlenin böylesine büyük bir dönüşümde başrolü oynaması, bana son derece ilgi çekici geliyor. Adı üstünde, muhafazakâr bir dönemde “muhafaza etme” yoluna gidilmesi gerekirken böyle bir dönüşüm, son derece düşündürücü. İstanbul’un hüviyeti daha şimdiden geri döndürülemeyecek biçimde başkalaştı. 1950’lerde, muhafazakâr bir yazar olan Peyami Safa, bugünleri öngörmüş ve bu değişimi “sur içi İstanbul”da yapmayalım, şehrin dışına yeni mahalleler kuralım, uyarısında bulunmuş ve örnek olarak da İtalya’yı göstermiş. Ancak bu sözleri ciddiye alınmamış.
Sebla KUTSAL