Faruk BİLDİRİCİ
Oluşturulma Tarihi: Ekim 30, 2005 00:00
Yaşamında hep ikilemler arasında sıkışmıştı. İstanbul ve Ankara ikilemi gençliğinde önemli bir yer tutmuş, sonra ziraat, doğa ve sanat arasında kalmıştı. Fakat yıllar içinde bunu zenginliğe dönüştürmeyi başardı. Kimi zaman piyanosunun tuşlarına dokunarak huzur buldu, kimi zaman da slayt gösterileri düzenleyerek, soyağacını çıkarıp anılarını yazarak ve koleksiyonundaki eserleri sergilere vererek.14 Ekim Cuma günü tutuklanana değin, ikinci rektörlük dönemini sürdürüyor ve üniversitede değişime imza atıyordu.
6 Ekim’de katıldığı bir paneldeki sözü de bu değişimin yönünü sergilemesi açısından önemliydi: ‘Üniversiteler her zaman iktidarın sevdiği şarkıları terennüm etmezler.’
Bir dostundan dinledim Yücel Aşkın’ı. ‘Aslında o bir ziraatçi ve bilim adamı olduğu kadar bir sanatçıdır, iyi bir doğaseverdir’ dedi.
Sanatın nasıl olup da Yücel Aşkın’ın genlerine işlediğini anlamak için uzağa gitmeye gerek yok. Babası Necip Aşkın, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en ünlü keman virtüözlerinden biri.
O kadar tanınan bir sanatçı ki, 1946 yılında yayınlanan ‘Necip Aşkın’ın 40. Sanat Yılı’ adlı kitapta, Ragıp Kösemihal, onun ününü Nasreddin Hoca ve Marko Paşa ile kıyaslıyor:
‘Necip Yakup adı, Nasreddin Hoca, Marko Paşa gibi halkın diline mal olmuş isimlerdendir. Ankara radyosundan önce İstanbul radyosundaki salon orkestrasına o öncülük etmişti. Adı yıldan yıla, şehirden şehire yayıldı. O, bu hayranlığı hak etti mi, yoksa etmedi mi? Şüphesiz ki etti.’
SONRADAN MÜSLÜMAN OLAN DEDE GÜLLÜ AGOP
Necip Aşkın’ın, soyadı kanunu öncesinde kullandığı Yakup adı, babasından geliyordu. Babası Mehmet Yakup da büyük bir sanatçıydı. Osmanlı’da tiyatronun öncülerindendi. Asıl adı Agop Vartovyan olan ve ‘Güllü Agop’ olarak tanınan bu tiyatro insanı, sonradan Müslüman olarak ‘Mehmet Yakup’ adını almıştı.
En büyük özelliği de Ermeni kökenli olmasına rağmen Türkçe gösterimlere, Türk izleyiciye ve Türk yazarlarına önem vermesiydi. Hatta bu yüzden ‘Türkler çalışmalarından hoşnut olmakla birlikte, Ermeni kesimi Güllü Agop’a ve Osmanlı tiyatrosuna hep düşman gözüyle’ bakmıştı. Kültür tarihçisi Metin And’ın tespiti bu yönde.
Güllü Agop’un oğlu Necip Aşkın’ı sanat dünyasına katma öyküsü de son derece etkileyiciydi. Altı yaşındayken babası onu Gümüşsuyu’ndaki kışlaya götürüp, Mızıka-i Humayun’a vermişti. Gözyaşı döktüğünü görünce ikna etmek için de pencereye götürüp, Dolmabahçe önündeki gemileri göstermişlerdi: ‘Burada kalırsan, bütün bu gemiler senin olacak.’
İşte o hayalle olsa gerek Necip Aşkın, kendini sanata vermiş, kemanıyla bütünleşmişti. 1. Dünya Savaşı yıllarında Avrupa turnesine çıkıp, Paris başta olmak üzere, birçok Avrupa kentini dolaşarak konserler vermişti. Cumhuriyet’in kuruluşundan sonraki ilk durağı ise İstanbul olmuş, ardından da Ankara’ya taşınmıştı. Necip Aşkın’ın Ankara’daki rolünü, ‘Mustafa Kemal’in gerçekleştirmek istediği kültürel devrimin öncü isimlerinden biri’ olarak tanımlamak mümkün. Klasik batı müziği ve tangoyu tanıtıp, halka sevdirme misyonunu üstlenmişti.
ADINI, HASAN ALİ YÜCEL KOYDU
Necip Aşkın’ın özel yaşamı da hayli fırtınalı geçmişti. Biri Avusturyalı bir kadın olmak üzere üç kez evlenen Necip Aşkın’ın son eşi, Mithat Paşa’nın mühürdarının torunu ve Milli Mücadele’de şehit düşen bir Osmanlı zabitinin kızı olan Emine Nezahat Hanım’dı. Çocukluğu babasıyla birlikte Arabistan’da, Hama ve Humus dolaylarında geçen Emine Nezahat Hanım’ın kardeşi de ünlü bir opera sanatçısı Saadet İkesus’tu.
Almanya’da eğitim gören Saadet İkesus (Altan), 1941 yılında Nazilerin ülkede estirdiği rüzgarlardan kaçarak Türkiye’ye dönmüştü. O, ilk Türk kadın sopranolardan biri olmakla kalmamış, ‘Cosi fan tutte’yi (Kadınlar böyle yapar) sahneye koyarak ilk Türk kadın opera yönetmeni unvanını da almıştı.
İşte Yücel Aşkın, böyle bir aile ortamında 1943 yılında, Ankara’da doğdu. Necip Aşkın ile Emine Nezahat Hanım’ın minik bebeğine adını veren de dönemin ünlü Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’di. Necip Aşkın’ın arkadaşı olan Hasan Ali Yücel, minik bebeği kucağına aldı, ‘Çocuk, sen bizi takip edeceksin, bizim izimizden gideceksin. Adın Yücel olsun’ diyerek, kendi soyadını ona isim olarak verdi.
Entelektüel bir ortamda büyüyen Yücel Aşkın’ın yaşamındaki ikinci kent İstanbul’du. En yakın aile dostlarından biri, üstad Münir Nurettin Selçuk’tu.
İlkokulu İstanbul’da okuyan Yücel, 1953’te yatılı öğrenci olarak konservatuvara girdi. Yine Ankara’daydı. Gönlünden, babasının izinden gidip keman çalmak geçiyordu ama kısa olan parmakları keman çalmaya uygun olmadığı için öğretmenlerin de uyarısıyla piyanoyu seçti. Ünlü besteci, aynı zamanda konservatuvar müdürü olan Ulvi Cemal Erkin giriyordu piyano dersine.
Yatılı okuldaki en yakın arkadaşı Gürer Aykal’dı. İyi anlaşıyorlardı. İkisi de yaramazdı, en sevdikleri de ritmik dersiydi. Ritmin çıkışına, inişine göre vücudun da hareket ettiği bu derste çok eğleniyorlardı. Doğa sevgisi o günlerde dikkatini çekmişti Gürer Aykal’ın. Bir dal kırılmasına bile ‘günah’ diyerek karşı çıkıyordu Yücel Aşkın. İki gencin yolları bir yıl sonra ayrıldı. Öğretmeni ile ortak frekans tutturamayan Yücel, konservatuvarı terk etti.
Gürer Aykal’ın, konservatuvara devam etseydi ünlü bir piyanist olacağına inandığı arkadaşına güveni hálá sürüyor; ‘Bu badire atlatılacaktır. Yücel, Türkiye’nin geleceğidir. Türkiye’nin geleceği Yücel gibi insanlarla olacaktır’ diyor.
ZİRAAT MEKTEBİ’NDE BİR PİYANİST
Konservatuvar sonrasında İstanbul’a dönerek sadece kentini değiştirmekle kalmamış, yaşam tercihini de belirlemişti. Artık yaşamında sanat ve piyano geride kalmış, ziraatçi olmaya karar vermişti.
Köy Enstitüsü benzeri bir okul olan Halkalı Ziraat Mektebi’ni 1961’de bitirdikten sonra Bilecik Teknik Ziraat Müdürlüğü’nde ziraat teknisyeni olarak çalışmaya başlamış, toprakla iç içe bir yaşam kurmuştu kendine.
Kısa sürdü teknisyenlikteki mutluluğu. Bu mesleğin kendisine dar geldiğini anlayınca Ertuğrul Gazi Lisesi’ni dışardan bitirerek lise diploması aldı. Fakat ne yana yürüyeceğine karar veremiyordu bir türlü.
1963’te yine Ankara’ya döndü. Bir yıl Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde felsefe okudu. Orada da mutlu olamadığını fark edince bu kez 1964’te Ziraat Fakültesi’ne girdi. Zooteknik bölümünü bitirdiğinde 1968 yılıydı, Avrupa’da ve Türkiye’de gençlerin hareketli olduğu o ünlü yıl.
Nihayet yaşamı akıtacağı kanalı bulmuştu. Ertesi yıl fakülteye asistan olarak girdi. Ardından üniversitede tanıştığı yaşamının kadınıyla evlendi. Nikah günü, takvimler 8 Ekim 1969’u gösteriyordu. Oya Aşkın da akademisyenliği seçti. Birbirlerini bütünledikleri gibi, bilim dünyasına da kendilerini kabul ettirdiler.
Aşkın’ın doktorası, ‘beyaz Yeni Zelanda tavşanları’ ile ilgiliydi. Türkiye’de tavşanlarla ilgili olarak doktora düzeyinde ilk çalışmaydı bu araştırma. Akademik alanda ilerlerken ara duraklardan biri, Almanya’daki Georg-August Üniversitesi oldu. 1981’de, bir yıl kadar burada ‘üreme biyolojisi’ alanında çalıştıktan sonra döndü Türkiye’ye. Bir yıl sonra, 1982’de doçent oldu, 1989’da da profesör.
Bir bilim adamı olarak 92 bilimsel araştırma, bildiri, rapor ve kitaba imza atarken, bir yandan da sanatla bağını koparmadı. Piyanosuyla parmakları arasındaki ilişki hep devam etti, en zor zamanlarında piyanosuna sığındı.
Arkadaşları arasında titiz ve düzenli oluşuyla tanındı. Diğer akademisyen arkadaşlarının tersine odasındaki kitapların tümü düzenli dururdu. Masasında da her şeyin yeri belliydi. Öyle ki, arkadaşlarının espri olsun diye yerini değiştirdiği kitapları hemen fark eder, düzeltirdi.
Bir yandan da doğayla dostluğunu ilerletti. 1958’de yöneldiği doğa sporları, 1980’lerden itibaren yaşamında daha önemli bir yer tutmaya başladı. Dağcılık, mağaracılık, kampçılık, doğa yürüyüşü, sualtı sporları, bisiklet ve kanyon geçişlerinde öncü isim oldu. Kurucusu olduğu DASK’ın (Çevre Koruma, Araştırma ve Doğa Sporları Derneği) ve MAG’ın (Mağara Araştırma Derneği) da başkanlığını yürüttü.
Uzun, günlerce süren yürüyüşlere çıkan Aşkın’ın neredeyse ayak basmadığı yer kalmadı Anadolu’da. Toroslar’dan Kaçkarlar’a kadar hemen her dağdan, bayırdan yürüyerek geçti. Ağrı hariç hemen bütün dağların zirvelerine tırmandı. Bu gezilerin çoğuna eşi Oya Aşkın da eşlik etmişti.
Dağlarda, mağaralarda dolaşırken edindiği alışkanlıklardan biri doğa fotoğrafçılığı, diğeri de tarihi eser ve antika koleksiyonculuğuydu. Bulduğu her tarihi eseri koleksiyonuna katarken, daha sonra ‘koleksiyoner belgesi’ de almayı ihmal etmedi. Doğadan bulduklarını, gittiği yerlerden aldığı antikalarla da zenginleştirince görenlerin gözlerini kamaştıracak geniş bir koleksiyon çıktı ortaya.
DOĞA SEVGİSİ ONU BELGESELCİ DE YAPTI
Doğa fotoğrafçılığıyla birlikte ‘doğa belgeselciliği’ni de iş edinmişti. Doğa gezileri onun için salt yürüyüş ve spor değildi; her gezi bir kültür ve tarih eylemine dönüşüyordu. Mitolojiyi, tarihi iyi okumuş olduğu gezilerde ortaya çıkıyor, geçtikleri yörelerin kültürel ve tarihi özelliklerini uzun uzun anlatıyordu.
Yürüyüşler de öyle kısa gezintiler değildi, kimi zaman 10-15 gün sürüyordu. 1988’de TRT için ‘Köprüçay belgeseli’ni çekmek üzere çıktıkları 156 kilometrelik yürüyüş, tam 15 gün sürmüştü. Yönetmen İsmail Çoruh’un Yücel Aşkın ve ekibinin yürüyüşünü görüntülediği bu belgesel, Türkiye’nin gerçek anlamda ilk doğa belgeseli olarak nitelendiriliyordu. Bunu, ‘Türkiye mağaraları’, ‘Karanlık boğaza doğru’, ‘Akdağlar’, ‘Elmalı’nın gizi’ ve ‘Yahyalı’dan Aladağ’a’ belgeselleri izledi. Ekibin çektiği belgesellerin tümü TRT’de yayınlandı, ‘Türkiye mağaraları’ belgeseli de ödül aldı.
Öğretim üyesi olarak da gezmekten, farklı üniversitelerle ilişki kurmaktan hoşlanıyordu. Samsun’dan aldığı daveti de kabul etmiş, bir dönem Ankara-Samsun arasında mekik dokuyarak, orada yeni kurulan Ziraat Fakültesi’nde ders vermişti. Samsun’daki ‘konuk öğretim üyeliği’ni, Van izledi. Bir arkadaşının çağrısıyla başlayan konukluk, eşinin bu kentten oluşunun da etkisiyle kalıcı oldu. Şubat 1995’ten itibaren kadrosunu Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ne aldırdı.
Belli ki, Atatürkçü Düşünce Derneği kurucularından bir öğretim üyesi olarak üniversitede gördüğü ‘kara tablo’yu değiştirmeye niyetlenmişti. Zaten Kasım 1995’te de Ziraat Fakültesi’ne dekan seçildi.
Dekanlığını, 1999’da rektörlüğe seçilmesi izledi. Rektörlük seçimlerinde aday olan eski rektör Cengiz Andiç karşısında ikinci durumdaydı. Ancak dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Yücel Aşkın’ı tercih etti. O günden itibaren de önünde yeni bir sayfa açıldı.
Bir kısmını doğa yürüyüşlerinden tanıdığı arkadaşlarını da Van’a getirerek, yoğun bir bilimsel mücadeleye girişti üniversitede. Tabii aynı zamanda sıkı bir siyasi kavgaya.