Reyan TUVİ
Oluşturulma Tarihi: Şubat 29, 2004 20:31
Tire pazarını duymadıysanız, görmediyseniz, çok şey kaybettiniz demektir... ‘Ucuz satıyoz, çok satıyoz, geceleri aç yatıyoz! Hadiiiii, 15 yumurta bir milyon...’
Kadınların tezgah kurduğu Tahtakale Meydanı’nda, yazmalar gökkuşağıyla yarışıyor...
‘İğne oyalarımda, kelebek, tavus kuşu, şimşir, limon çiçeği, gömeç çiçeği, küpeli, üzümlü, ercahil, kiraz, kuşlu, hanımeli, zellengadeh, yaz menekşesi, papatya, süpürge oyası, saat oyası, gülşah, kuş gözü, karadut, elibelinde var... Bu da hamam böceği; Ödemiş işidir, biz pek tutmayız da, ondan adı öyle...’
Acaba, hangi büyük ressamın tablosuna benzetsem, Tire pazarına haksızlık etmemiş olurum?
Tire pazarının tezgahları yavaş yavaş, camilerin, zaviyelerin, türbelerin, hanların duvarlarına yaslanırken, sabah ezanıyla birlikte, avuçlar gökyüzüne açılıyor. Kimi, Çavuş’un Yeri nargile kahvesinde yakalanıyor, kimi sokakta, kimi sebzelerinin başında...
Tire’nin üzerinde rengarenk bir sis var. Pazarın canlılığından göz gözü görmüyor. Şimdi dev kabakları, ‘çiçek’ karnıbaharları, ‘şeker’ havuçları, ‘gevrek’ pırasaları, köy yumurtalarını, tatlı hardalları geçip, kökleri topraklı menekşelerin önünde duruyorum. Bir demet menekşe, biraz da ıhlamur... Pazarlık, alışverişin tadı tuzu ama her zaman değil; ‘ıhlamurları kendi elimle topladım, bir kuruş bile inmem!’
TİRELİLER’İN KARAMBOLÜ
Bedestan Caddesi üzerinde, güvercin kafesi çoktandır boş duran, Kuşbaz Kahvesi’nin arkasındaki, Ali Efe Hanı’na giriyorum. Han, deve kervanlarının konakladığı günlerdeki gibi olmasa da pazara gelen köylülerin atlarını ve eşeklerini bağladıkları, köhne ama geçmişinden ödün vermeyen, karakterli bir ‘otopark’ olmuş. Hanın girişinde, Nalbant Ahmet ile Mehmet kardeşlerin, seyyar tezgahı var. Kardeşlerin, Alayhan Sokak No: 20’deki atölyesine gitmeye vakti olmayan, hemen burada, ayaküstü nal çaktırıyor. ‘Üniversite iktisattan terk’ Ahmet, atölye/ahırında, anne işteyken anaokuluna bırakılan çocuklar gibi, yularlarıyla kendisine emanet edilen iki at ve bir eşeğe göz kulak oluyor. Birazdan, Cambazlı Köyü’nden rençber Ahmet Efendi de her salı yaptığı gibi, atını buraya ‘park edecek.’ Ahmet’in duvarında, iyice solmuş onlarca fotoğraf, bir o kadar da kendi çizdiği, süslü at resimleri var. Çizgilerdeki beceriye ve renge, bir de bu karanlık ahırda, tüm gücüyle vurduğu soğuk metale bakıyorum. Çarşının her yerinde, özellikle bugün, çalışkan Tireliler’in alnından ter damlıyor. Ali Efe Han’ın yüksek tavanlı, tarihi kahvesinde, tasasızların çayları masalara suyla gelirken, kahvenin üst katındaki han odalarında, sabahın ilk saatleriyle birlikte iş aramaya çıkan kimsesizlerin, dağınık yatakları, her sabah ekmek parası telaşıyla uyanmanın ne demek olduğu hakkında yeterli ipucu veriyor bana.
Yıkılmaya yüz tutan hanlar gibi, binlerce yıllık geleneklere yaslanan, ne var ki her geçen gün kan kaybeden zanaatları, bilmem saymaya gerek var mı? Yine de her birinin, Tire’de bir savaşçısı olduğunu bilmek, gönül rahatlatıyor. Tamamıyla terkedilmiş Kutu Han’ın tek misafiri Urgancı Hasan Amca, bunlardan biri. ‘Hobi desem yeridir’ dediği, urgan yapımı için siparişten siparişe buraya uğruyor. Koridorları rutubet kokan, bu soğuk handa, tel tel soyulmuş kendiri ıskatta dövüyor, dev bir tarakta savurarak tarıyor, çarkta ipe dönüştürmek için, ‘toplasan İstanbul yolu eder’ diyerek defalarca gidip geliyor, dolapta büküyor, urgan haline getiriyor... Kendiri lepiska saçlara, bu saçları da ömür boyu ustasını utandırmayan bir urgana dönüştürmenin emeği bütün bir gün, karşılığı 5 milyon lira... Zaten o kazandığıyla da Kutu Han’ı paylaştığı, ‘Allah’ın kuşları’na yem satın alıyor. Ne garip değil mi; bir zamanlar Fatih’in gemilerini karadan çekmiş Tire urganlarıyla, bugün tek tük devenin ağzı bağlanıyor, eşekler çekiliyor, çoğunlukla da boncuklarla süslenip turistlere satılıyor.
Ama kolay vazgeçilemiyor işte... Saim Amca’nın Nuh nebiden kalma, ahtapot kollu, dokuma tezgahında, Beledi dokumaktan vazgeçemediği gibi... 500 yıllık el yazmalarıyla dolu Necip Paşa Kütüphanesi’ne her gün gelen, Tireli emekli Müftü Gıyaseddin Bey’in, bir tıp profesörünün isteği üzerine, is mürekkebiyle yazılmış kitabın, iki yıldır süren ve daha ne kadar süreceği belirsiz tercümesinde, pes etmediği gibi... Tireliler’in Karambol’ü gibi... İspanya’dan gelen Museviler, beraberlerinde bu geleneksel oyunu getirmişler. Bu oyunu, Tire’de artık tek açık hava Karambol sahasının olduğu Alaybey Parkı’nda, çoğunlukla emekliler oynuyor. ‘Lek’ denilen kısa tahtalar, ‘meşe’ denilen toplarla, bilardoya benzeyen bir teknikle, devrilmeye çalışılıyor. Puanlama için, sahanın kenarında, tele dizilmiş bira kapakları kullanılıyor. Oyunculardan biri, ‘Hadi eğlenmeyelim, oyuna devam’ derken, düşüncelerim, zaten kurallarını çok iyi anlayamadığım Karambol’den uzaklaşıp, Tire sözcüklerinin hoşluğuna takılıyor.
HOCAM KİRALAMA SERVİSİ
Nevruz’da, akşamdan sardıkları dolma dolu tencereleri taşıyan kadınlar ve uçurtmalarını sıkı sıkıya tutan çocuklar, Balım Sultan’a gitmek üzere, çivit mavisi ya da sarıya boyalı evlerinden akın akın çıkarlar. Yolda giderken, Tireliler’in yıllar boyunca, camilerin tuğlayla örülmüş minarelerine yakıştırdıkları isimleri, tereddüt etmeden sıralarlar. Karahasan Camii ‘mısır koçanı’, Tahtakale Camii ‘zencirek’, Hüsamettin Camii ‘kırık yiv’, Mehmet Bey Camii ‘kilim’, Kurt ve Doğancıyan Zaviyesi ‘çam kozalağı’dır... Nevruz günü, ‘evde oturanı döverler’ diye şakalaşır Tireliler. Düğün, dernek, şenlik olmasa da bir çıkış yolu bulurlar. Dağlara vurup, Bozdağ manzarasına karşı bir bira açarlar.
Düğün dernek olduğundaysa, çıkış yolu, emekli öğretmen Ahmet Uygunoğlu’nun, Hocam Kiralama Servisi’dir. Ahmet Bey’in dükkanında yemekli yemeksiz, neşeli ya da hüzünlü, her olay için her şey kiralık. Sokağa parkedilmiş 1962 model, açık mavi Opel... Ahmet Bey’in baba mesleğine kattığı değişikliklerden biri, tahta sandalyelerin yerini alan plastik sandalyeler...
Bir zamanlar Müslüman, Rum, Ermeni, Yahudi ve Bulgarlar’ın birlikte yaşadığı Tire’de, Dere Mevkii’ndeki, üstü mescit altı kiliseden oluşan Şemsi Mescidi, geçmişteki kaynaşmanın ve hoşgörünün bir kanıtı olarak duruyor. Tire’nin, Hacıköy Mezarlığı sırtlarındaki, bugün belki de Türkiye’de yaşayan tek Bektaşi tekkesi Ali Baba Dergáhı’na giderken, dileklerimin gerçekleşmesi için çaput bağlamak yok aklımda. Dergáhın uzaktan beliren orman içindeki görüntüsünde durup, bazı yerlerin bir şekilde diğerlerinden nasıl daha mistik olabildiğini düşünüyorum. ‘Ali Baba’nın her gece çırakları uyanır, buradan ayrılamayız’ diyor, arazilerindeki vakıf mülkü dergáhtan sorumlu olan, Sabite ve Sırrı Balım. Hacı Bektaş Veli’nin arkadaşlarından Bahaeddin Baba’nın oğlu, Ahi Babası Ali Baba adına yaptırılmış tekke, herkese açık. Sabite Hanım, nasib alınan, namaz kılınan, tuzla açılıp tuzla kapatılan sohbetlerin yapıldığı, sakilerin dem dağıttığı, peymanelerin elden ele dolaştığı Bektaşi sofralarının kurulduğu Erler Meydanı’nda, Dede Baba’nın oturduğu başköşeyi işaret ediyor. Tertemiz yer yataklarının ve yorganların istiflendiği bölmeleri gösterip Bacılar Meydanı’na geçerken, uyarıyor; ‘unutma, dergáha karanlıkta girilmez, karanlıkta çıkılmaz...’
TV’DE REKLAMI OLAN PATATESLER BİZDEN
Türbeye eğilen ve üzerindeki tabelada ‘Tabii anıttır’ yazan, asırları devirmiş ceviz ağacının yanında, ‘güzel bir yolumuz var’ demişti bana, Sabite Hanım. Bütün yollar güzel midir? 19. yüzyılda, biri İzmir, diğeri İstanbul’dan Birgi’ye gelin gelen, memleket özlemlerini gidersin diye, kocaları Çakır Ağa’nın yaptırdığı konağın duvarlarına kentlerinin resimleri çizilen iki kadın için de, yol güzel miydi acaba?
Evliya Çelebi’nin 1650’lerde Birgi’de kaldığı konağın bugünkü sahibi Adalet Hanım’la yerdeki devşirme taşlara bakıyoruz. Mermere kazınmış, büyük ihtimalle, antikçağdan kalan ‘Bazilika’ yazısının, ilk üç harfi var. En az 600 yıllık bu ev, tüm Birgi gibi, Lidya uygarlığının üzerine yerleşmiş.
Selvi ve güneş motifleriyle süslenmiş, dış duvarlarında serçeler için yuvalar olan Osmanlı konaklarının gölgesinde yürürken, Birgi’nin ruhunun nasıl bu kadar bozulmamış kaldığını düşünüyorum. Mutluluğun rengi çivit mavisi, komşusu Tire gibi burada da var. Kadınlar, tarlaya patates ekmeden önce, kaldırım kenarında patatesleri ikiye bölerken, bir taraftan da bana ‘Televizyonda reklamı olan patatesler bizden gidiyor’ diye yetiştiriyorlar. Mehmet Emmi, yaşının yalnızlığını sadece kemanıyla paylaşmaktan sıkılmış olmalı, Ulu Camii’nin karşısındaki kahvede çalıyor. Çakır Ağa’nın eşleri kentlerini anlattılar, sanatçılar, belki de hiç görmedikleri, İzmir’i ve İstanbul’u resmettiler. Konağın hanımları, Tire’nin pazarında ya da Birgi’nin dar sokaklarında gezebilselerdi, acaba yine de kentlerini bu kadar özlerler miydi?
BEN OLSAYDIM BUNLARI YAPARDIM
Tire Pazarı’nda gezerken, hanlara, camilere, medreselere de girip çıkmak
Birgi’nin arka sokaklarında, eski Osmanlı evlerini dolaşmak
Tireliler’den Karambol oynamayı öğrenmek
Kaplan Yaylası’nda doğa yürüyüşleri yapmak
Birgi Çakırağa Konağı’ndaki İstanbul ve İzmir resimleriyle, bu kentlerin bugünkü halleri arasındaki benzerlikleri bulmak
Boyalı evlerin sıralandığı Tire sokaklarını dolaşmak
Birgi Deresi boyunca yürümek
Tire’deki kaybolan zanaatların son temsilcileriyle tanışmak
Bir perşembe günü, Birgili kadınlarla sokaktaki fırınlarda ekmek yapmak
Necip Paşa Kütüphanesi’nde, 500 yıllık el yazması kitaplara dokunmak
Tire’nin Tahtakale Meydanı’ndaki kadınlardan iğne oyalarının isimlerini öğrenmek
Tireli kadınların peştemallerinden satın alıp, 600 yıllık Eski Yeni Hamam’da yıkanmak